Baba

Uçsuz bucaksız kırların ortasında, kimsenin varlığını bilmediği ama içinde yaşayanlar için her şey anlamına gelen bir kulübe vardı. Bu tahta diktdörtgenin içinde bir baba ve üç çocuğu yaşıyordu. Baba, çocukları özenle yetiştirmiş ve doğru ile yanlışın farkını erken bir yaştan itibaren öğretmişti. Buna rağmen, onlar çocuktu ve yanlış yaptıkları oluyordu. Böyle olduğunda, baba sabırlı bir şekilde onlara yaptıklarının yanlış olduğunu açıklıyor ve şefkatle tekrar doğru yolu gösteriyordu. Çocuklar zamanla büyüdü ve ergenliğe girdiler. Tartışmalar ve kavgalar çoğaldı fakat baba bir kez bile sabrını kaybetmemişti. Her seferinde onları bir şekilde uzlaşmaya yönlendirmeyi başarmıştı. Böylelikle güneş doğdu ve battı ve kardeşler yetişkinliğe adımlarını attılar. Geçen zamana rağmen, baba bir yaşlanma emaresi göstermemişti ve bu evin içinde bir şaka konusu bile olmuştu. Şanslı genlere sahip olmalıydı. Kardeşlerse, olgunlukla beraber, bir tasarımın peşinden koşar olmuştu. Kimisi kulübeyi enine genişletti, kimisi kat çıktı, kimisi yeni bir temizleme yolu icat etti. Başka bir zamansa, birisi jeneratörün etkinliğini arttırmayı başarmıştı, böylelikle bir diğeri daha fazla enerji çeken ama çok daha fazla sıcaklık üreten bir ısıtma sistemi buldu. O kış o ana kadar hiçbirisinin görmediği kadar rahat geçmişti. Bu büyük bir atılımdı çünkü kırlardaki günler yorucuydu ve varoluş acımasızdı. Hatta babaları bunun bir sınav olduğunu söylemeyi severdi. Ama bu, hala, onların sık sık takışmasını önlemiyordu. Kimi zaman iki tarafın kullanmak istediği ama sadece birisine yetecek bir malzeme üstüne, kimi zaman birisinin istifçiliği yüzünden, bazense evin içinde nasıl davranılması gerektiği hakkında oluyordu. Bu tartışmalar ve kavgaların sonucu açılan yaralar kimi zaman iyileşiyor, kimi zaman sızlamaya devam ediyordu. Lakin günün sonunda hayat bir şekilde devam ediyordu. Bütün hengame içindeyse, baba onları izliyor ve kendi fikrini belirtmeyi ihmal etmiyordu. Fakat bunu her zaman bir sükunet ve bilgelik içinde gerçekleştiriyor ve böylelikle kardeşlerin birbirini yemesini önlüyordu.

Bu şekilde, altın ve gümüş gökyüzü birbirini defalarca kovaladı ve keşmekeş devam etti de etti. Bir gün gelene kadar. O gün, baba, bütün kardeşleri topladı ve bugünün özel bir gün olduğunu duyurdu. Kardeşler ne olduğunu sorduysa da, bir gülümsemeyle zamanı gelince her şeyin açıklığa kavuşacağını söyleyerek geçiştirdi. Kardeşler bunun ne olduğunu merak etseler de ses etmediler ve yaşlı adama uydular. Beraber bir güzel yiyip içtiler, hem karınlarını doyurdular hem de üstüne oburluktan yediler ve içtiler. Ziyafet bittiğinde, baba ayağa kalktı ve masadakilere bakarak vaktin geldiğini söyledi. Sınav tamamlanmıştı. Kardeşler kafa karışıklığıyla birbilerine bakışlar attılar. Yaşlı adam bunların bir sınav olduğunu söylemeyi severdi… ama bu neydi şimdi? Baba, her zamanki yumuşak sesiyle, kendini tekrarladı. Sınav bitmişti ve değerlendirme vakti gelmişti. Böylelikle, bir karanlık üç kardeşin de üstüne çöktü.


Kardeşlerden birisi kendisine geldiğinde hiçbir şey göremediğini fark etti. Zifiri karanlığın içinde oturuyordu. Hareket etmeye çalıştı ama ne ellerini ne de ayaklarını oynatabildiğini fark etti. Böylelikle bağırdı ve diğerlerini çağırdı. Neyse ki onun bağırışıyla beraber yanındaki bir ses cevap vermişti. Kardeşlerinden birisiydi. İkisi de neler olduğunu pek hatırlamıyordu ve olan biteni anlamıyordu. Bunun yanısıra, diğer kardeş de kıpırdayamıyordu. Ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar, hiçbir şekilde bedenlerini oynatamamışlardı. Bunun yanısıra, üçüncü kardeşleri ve babaları neredeydi? Bir şeyler yanlış gitmiş olmalıydı, acaba ev mi yıkılmıştı? Evet, özenle baktıkları ve inşa ettikleri yuva yok olmuş olmalıydı.

Kafa karışıklığı yerini gittikçe korkuya bırakırken, ışıklar yandı ve ilk kez nerede olduklarını gördüler. Tek bir loş lambanın cılızca aydınlattığı, tanımadıkları bir odada bulunuyorlardı fakat bir an sonra gelen ses tanıdıktı. Babaydı. Kardeşler bir anlığına sevindiyse de, bu kursaklarında kaldı. Zira, baba, sükunetli bir sesle, onlara sınavda başarısız olduklarını tekrarlamıştı. Kardeşler o an bütün bunların babanın planı olduğunu anladı ve yaşlı adamın delirip delirmediğini merak ettiler. Lakin yaşlı adam onlara cevap vermiyordu. Zayıf ışığın aydınlatmadığı bir noktaya geçmiş, bir şeylerle uğraşmaya başlamıştı. Arada bir metalin metale çarpma sesi geliyordu. Korku, öfke ve gerginlikle üçüncü kardeşin nerede olduğunu sordular. Adam sadece bunu cevaplamıştı: üçüncü kardeş sınavı geçmişti ve bu yüzden ödüllendirilmişti. İki kardeşin içinden pek çok duygu geçiyor, andan ana hissettikleri şey değişiyordu ama bir şey sabitti: büyüyen bir kara beklenti. Yaşlı adam bir şeyler planlıyordu. Belli ki bunu uzun süredir kurgulamıştı çünkü içinde bulundukları odayı hiçbirisi hazırlamamıştı. Baba kendi başına yapmış olmalıydı.

Hala hazırlıkla uğraşan adam, bir süre sonra, metal tıngırtılarının içinde, tekrar konuşmaya başladı. Dediğine göre, ikisi de babanın kurallarına ve öğütlerine kulak asmamıştı. Defalarca ve defalarca söylemesine, onlara karşı büyük bir sabır ve hoşgörü göstermesine rağmen, sürekli olarak aynı hataları yapmışlardı. Babanın hoşgörüsü sonsuzdu fakat onlar derslerini almamış, sürekli olarak yanlışa doğru yürümüşlerdi. Bu yüzden başarısız olmuşlardı.

Ses kesildi. Yaşlı adam ışığa bir adım attı ve elindeki alet lambanın altında parladı. Bugüne kadar hiç görmedikleri ve akıllarının yetmediği bir şeydi ama keskin ve tırtıklı kenarlarından ve sivri uzuvlarından onun ne amaçla yapıldığını anlamışlardı.

Adam onlardan birisine doğru yürümeye başladı. Kardeşler artık avazları çıktığı kadar bağırarak ve ağlayarak yaşlı adama kendine gelmesi için yalvarsalar da, baba oralı olmadı. Kardeşlerden birisini tuttu ve cihazı çalıştırdı. Çığlıklar kat-be-kat arttı. Olan biteni izlemekle yetinebilen ve hiçbir şey yapamayan diğer kardeş, bir süre sonra işkence altında olanın ölmesini ister oldu. Zira ne olduğunu göremiyordu ama çığlıklar dinmiyordu. Ne kadar olduğu bilinmez bir süreden sonra, cihazın muamelesine maruz kalan kardeş haykıramaz hale gelmişti. Sadece ağlamaklı hıçkırıklar ve boğazından gelen, insandışı, ıslak bir gurultu yankılanıyordu. Gözlemci olmak zorunda kalan ama sırada olduğunu da bilen kardeş, hem kardeşi hem de kendisi için ağlıyordu. Babasına yalvardı ama adam onu dinlemedi.

Bir süre sonra yaşlı adam geriye çekildi ve tekrar ışığın dışına giderek, bir şeylerle uğraşmaya döndü. Gözlemci olan, korkuyla gözlerini kardeşinin bulunduğu yere çevirdi ve midesi beklentiyle hopladı. Bir an sonra ise nerede olduğunu bile unutmuştu. Kardeşinden, o hayat dolu kişiden, geriye sadece kanlar fışkıran bir et öbeği kalmıştı. Yarılmış karnından çıkan bağırsakları yere düşmüştü. Kolları kemiklerine kadar açılmıştı. Bacakları kesilmişti. Gözleri oyulmuş ve göğsü, kaburgaları bile parçalanana dek kıyılmıştı. Fakat her şeye rağmen, hırıltılı bir şekilde, nefes alıyordu. Hala canlıydı. Bir an sonra daha bile korkunç bir farkındalıkla anladığı üzere, daha da kötüsü, bilinci yerindeydi. Parçalanmış dudakları oynuyor ve kelimeler oluşturuyordu ama ses telleri kesildiği için sadece kısık bir hava çıkıyordu. Buna rağmen, ne dediğini anlamak için kelimelere gerek yoktu. Ona ölümü bahşetmesi için yalvarıyordu.

Bu manzara karşısında ne bedeni ne de zihni dayanabilen kardeş istifra etti ve kusmuğunun arasından babasına onu öldüreceğini haykırdı. Onu parçalayacak ve uzuvlarını kırlara saçacaktı. Kendi çocuklarına bunu nasıl yapardı? O bir manyaktı ve tirandı. Hak ettiği yok edilmek ve şerrini bu kırlardan silip atmaktı.

Yaşlı adam işkence başladığından beri ilk kez ona cevap verdi. Hayır, dedi, o sakin ve babacan sesiyle. Bu adaletti. İki kardeşe doğruyu ve yanlışı defalarca açıklamasına rağmen yolu bulamamışlardı. Kendisi sadece onların seçimlerinin sonucuna göre hareket ediyordu. Sonuçta, üçüncü kardeş de hak ettiğini almıştı ve bu onların kötülüklerinden katlarca daha güzeldi. Sorun kendilerindeydi.

Bunu dedikten sonra, tekrar ışığa adım attı ve çok uzuvlu aleti ona doğrulttu. Eti parçaladı, organları söktü, deriyi yüzdü, kemiği kırdı ve uzuvları kesti. Haykırma, ağlama, inleme ve insandışı muamele gören birisinin çıkardığı insandışı sesler odayı doldurdu. İşkencenin arasında, aletin arada kendisine bir şey enjekte ettiğini de fark etmişti. Dehşet içinde ve aklını kaybetmenin eşiğinde, bunun bilincini kaybetmesini önlediğini fark etti. Yaşlı adam, yaşadığı her şeyi sonuna kadar hissetmesini istiyordu. Kahkaha atmaya başladı fakat bir an sonra kahkahaları hıçkırıklara ve daha sonra tekrar çığlıklara dönüştü.

Bir sonsuzluğun ardından, baba durduğunda, ölmeyi diliyordu. Bu isteğine pek yakında kavuşacağını umarak sessizliğin ve sökülmüş gözlerinin karanlığının içinde bekledi. Bir süre sonra, bir takım sesler duydu. Bir şeydi. Neydi o? Daha sonra… ışık? Evet, ışıktı o. Görebiliyordu. Şaşkınlıkla kamaşmış gözlerini kırpıştırdı ve etrafına baktı. Karşısında kardeşini gördü, bütün bir bedenle duruyordu. Sanki hiçbir şey olmamış gibi, üstünde bir çizik bile yoktu. Anlayamadı. Acaba bütün bunlar korkunç bir rüya mıydı? Hiçbirisi yaşanmamış mıydı? Lakin kardeşinin hala zaptedilmiş olduğunu, kendisinin de aynı durumda bulunduğunu ve hala aynı odada olduklarını fark edince, umutları sönüp gitti.

Babayı gördü. Elinde başka bir cihaz vardı ve kendisine bakıyordu. Nasıl, diyebildi sadece. Baba gülümsedi. Kadim bilgi, dedi ve tekrar diğer kardeşe yöneldi. Bedeni bütünlüğünü henüz yeni kazanmış olan kardeş, babanın tekrar gölgeye karışmasını ve elinde ilk cihazla belirmesini izledi.

Bir an sonra işkence çığlıkları tekrar odayı doldurmuştu. Tekrar… ve tekrar… ve tekrar. Ebediyete dek.

Yorum bırakın