Eğlencenin Tiranlığı: Ahir Zamanlarda Tüketimcilik, Hedonizm ve Geeklik

Araba yanıyor ve direksiyonda sürücü yok
Ve lağımlar bin tane yalnız intiharla kirlenmiş
Ve kara bir rüzgar esiyor

Devlet yozlaşmış
Ve bizler çok fazla ilaç altındayız
Radyo açık ve perdeler inmişken

Bu dehşet makinenin midesinde kısılı kalmışız
Ve makine ölümüne kanıyor

– Godspeed You! Black Emperor

Kaliforniya’da orman yangınları yüzünden gökyüzünün rengi değişmişken. Kaynak: Reuters/Stephen Lam

Yaptığım şeylerden zevk alamıyorum. Benim ve başkalarının içinde bulunduğu varoluşun sorunları hakkında olmayan her bir şarkıyı dinlediğimde, aklımdan aynı sorular geçiyor. “Bu kadar şeye rağmen hiçbir olmamış gibi eğlenmeyi nasıl başarıyorsunuz? Saçmasapan aşk, seks ve eğlence şarkılarınızın bir anlamı olduğunu nasıl düşünürsünüz? İnsanlara bu kadar mı yabancıyım? Sanat gerçekten bu mu? Bu kadar bayağı bir şey mi? İnsanlar böyle şeyleri nasıl kabullenebiliyor? Bu kadar acıya ve mevcut ve yaklaşmakta olan krizlere rağmen nasıl olur da bir şey yapmamayı seçersiniz?”

Sadece şarkılarda da değil. Film, dizi, oyun vb. alanlarda da aynı soruları soruyorum. Hayatımda geldiğim noktada, artık içinde yaşadığım sistemlerin krizlerini, ne kadar fazla acıya ve tahakküme (bastırma, dominansi) yol açtıklarını ve açmaya devam edeceklerini görmezden gelemiyorum. Daha doğrusu, elimden gelen her bir anda, bunları iyileştirmek konusunda bir şey yapmam gerekiyormuş gibi hissediyorum. Ama bir kişi acizdir ve zayıftır. Özellikle yönetici kesimden olmayan ve milyarlarca insan gibi hayatta bin tane dertle uğraşan bir kişi. Yapabileceğim şeyler o kadar sınırlı ki ve bir şeyler yapmaya gittikçe o kadar fazla anlam yükledim ki, bir çıkmazın içine saplandım kaldım.

Bu duygularımda yüzde yüz haklıyım demiyorum ama en azından doğru bir noktadan kaynaklandıklarını biliyorum. Ne de olsa, acil sorunlara rağmen statükonun içine saplanıp kalmış, duyarsızlığın, kinizmin, uyuşturulmuşluğun ve çaresizliğin her yeri sardığı bir sistemde yaşıyorum. Bu noktada ikilemim basit: bir şeyleri değiştirmeyi derinden istiyorum ama zaman geçtikçe bunun ne kadar zor, neredeyse ulaşılamaz olduğunu fark ediyorum. Şimdi, burada oturup klasik bir şekilde umuttan bahsedebilirim. Sonuçta insanlara karamsar veya “karanlık” bir şeyler yazmak genel olarak onaylanmayan bir şeydir. “Sorunu gösterin ve çözüm yollarından bahsedin”, denir. Hangi çözüm yolu? Bu kadar karmaşık ve devasa sorunlar karşısında bir çözüm olduğunu kim iddia edebilir? Bir çözüm varsa, neden hiçbir şey çözülemiyor? Neden her şey daha kötüye gidiyor? Belki de, demeli insan, belki de kesin çözüm sunanlar yanılıyor. Belki de bir şeylerin çözümü çok daha karışık ve dolambaçlı, bu yüzden ince eleyip sık dokumak gerek. Belki de, klasik çözümlerin “biraz daha dişimizi sıkarsak” işe yarayacağını umut etmek yanlış; o ana kadar bozuk bir şekilde gelmiş ve her geçen gün gittikçe daha çok parçalanan bir makinenin mucizevi bir şekilde çalışmaya başlayacağını düşünmek, umarsız bir inkârcılıktan başka bir şey değil.

Kafam karışık. Bunu çok rahat bir şekilde itiraf edebilirim. Bu yüzden uzun süredir bir analiz yazamıyorum. Şu ana kadar üstüne kurduğum kabuller, yaptığım sorgulamalar karşısında eğilip bükülüyor. Onlarla beraber, ben de eğilip bükülüyorum. Defalarca ve defalarca bir fikir geldi aklıma, bir şeyler yazdım, kimi zaman uzun kimi zaman kısa. Ama her seferinde söz konusu analizden vazgeçtim. Üstünde çalışmış olduğum ve taslak halinde duran bazı yazıların başlıklarını paylaşayım.

  • Shingeki no Kyojin’in Sonu Fazla mı Manidar: Geleceğin Belirsizliği
  • Yazarın Niyetini Neden Önemsemiyorum?
  • Eren Yeager Mitosu: Anti-Liberal ve Pro-Faşist
  • Geek Olmanın Gerilimi: Sonsuz Tsukiyomi
  • Varoluşsal Tehdit Karşısında: Eren Yeager ve Wonder Woman
  • Çöp Denizi
  • 2023’te Bir Şey Yazmanın Zorluğu: Karışıklık, Kinizm ve Öğrenme

Eninde sonunda, bu yazıların hiçbirisi beni tatmin etmedi. Belki bazılarını zamanla yayımlarım, belki hiçbirisini yayımlamam. Şu aralar insanlara net olarak sunabileceğim bir tezim yok. Değer verdiğim şeylerin beni motive etmesi gerekiyor ve beni motive eden şeyler bulunduğum koşullarda bir çıkmazın içinde. Sırf eğlencesine de bir şeyler yazamıyorum çünkü tek başına eğlenceye çok odaklanmak gittikçe anlamsız gelmeye başladı. Bu kadar insan ölmüşken, bu kadar fazla sorun varken, her şey bir çıkmazın içindeyken, gidip de bilmem ne oyunundaki şu karakter, bilmem ne mangasındaki bu motif hakkında konuşmak açıkçası boş geliyor. Hem kendi şimdim ve geleceğim hem de başkalarının şimdisi ve geleceği kararırken, sadece eğlence sektörüne yönelik bir şey üretmek ve yüksek bir enerji harcamak oldukça manasız hissettiriyor.

Bu yazıyı da bu yüzden yazdım. Şu an bu sorunlarıma ve hislerime bir çare bulamıyor olabilirim ama bu mevzu uzun süredir ilgilendiğim bir şey. Ne de olsa, şu ana kadar geek kültürünün tüketimcilikle ve dolayısıyla kapitalizmle ilişkisi hakkında çeşitli yazılar yazdım. Bununla ilgilenmemin sebebi, günümüzde tüketimci ideolojinin inanılmaz derecede baskın olması ve hayatımda önemli bir yer kaplayan geek uğraşları kapsamasıdır. Bir birey olarak beni, geek komüniteleri ve genel toplumu etkiliyor.

Geek uğraşların, tüketimciliğin ve onunla ilişkili konuların neden önemli olduğunu tek bir soruyla da açıklayabilirim: dünyada milyarlarca aç, yoksul ve hasta insan varken, sırf eğlenmeye trilyonlarca dolar harcanması nasıl haklı çıkarılabilir?

Bu açıdan kapitalist bir şekilde arz-talebi en üst ahlaki kademeye koyan mantığı reddediyorum. Ancak geek uğraşların da parçası olduğu eğlence sektörünü yaratan ve ahlaki olarak “haklı çıkaran” mantığın oldukça ilginç bir tarihi var. Bu yazıda, bu tarihi felsefi ve ideolojik açılardan inceleyeceğim ve günümüzde bulunduğumuz noktaya nasıl geldiğimizi göstermeye çalışacağım. Daha sonraysa, bu ilişkinin günümüzdeki toplumsal boyutlarını irdeleyeceğim.

[İçerik Uyarısı: Bu yazı, doğal felaketlerden de bahsetmektedir.]

[Başlık resmi: ALASKA’s Unnatural Disasters, Behance]

Antik Yunanistan’da Mutluluk: Hedonizm ve Ödaymonizm

Antik Yunanistan felsefesine baktığımızda, mutluluğun iki türü arasında ayrım yaptıklarını görüyoruz: hedonik mutluluk ve ödaymonik (eudaimonic) mutluluk. Güncel araştırmalara dayanacak olursak, bunlar aşağıdaki gibi tanımlanmaktadır. Bunun için, belirli alıntılar yapacağım ve ardından bu alıntıları yorumlayacağım.

“Güncel araştırmaların çoğu, mutluluğu/esenliği iki gelenekten birine yerleştirir: hedonik ve ödaymonik. Hedonik yaklaşım, onu [mutluluğu] olumlu duygu arayışı, maksimum zevk ve genel olarak anında tatmin ile hoş bir yaşam arayışı olarak tanımlar. Ödaymonik yaklaşım bunun ötesine bakar ve değişim, büyüme ve dengenin kırılmasıyla ilgilenir. Waterman (1993) ödaymonya’yı “insanları daimon veya gerçek benliği tanımaya ve ona göre yaşamaya çağıran etik bir teori” olarak tanımlar (s. 678). Peterson, Park ve Seligman (2005, s. 26), “ödaymonik vurguları birleştirmenin, insanların kendi içlerinde en iyi olanı geliştirmeleri ve daha sonra bu beceri ve yetenekleri daha büyük iyilikler için kullanmaları gerektiği önermesi olduğunu” öne sürüyorlar. Ryff’in ödaymonik psikolojik esenlik modeli, ödaymonik gelenekte tartışmasız en iyi bilinen modeldir. Altı faktör içerir: kendini kabul etme, başkalarıyla olumlu ilişkiler, özerklik, çevresel ustalık, yaşam amacı ve kişisel gelişim (Ryff ve Keyes, 1995).”

  • David vd., 2014

Başka bir şekilde açıklayacak olursam, hedonik mutluluk, zevk için zevk almaktan duyulan mutluluktur. Burada mutluluk duymak için yapılan aktivitenin amacı mutluluk duymanın kendisidir. Bu yüzden, zevk dediğimiz duyguyla alakalı bir kavramdır. Ödaymonik mutluluk ise anlam ve amaç hissinin sağladığı mutluluktur. Ödaymonik mutluluk duyduğunuz bir işi yaparken de zevk alabilirsiniz fakat bu zevk, o işi yapmanızın ana sebebi değildir. Bu paragrafta yaptığım tanım, verdiğim kaynaklar ve daha fazlasından yola çıkarak oluşturduğum bir tanımdır.

Kimi örneklerle açıklayacak olursam, sırf tadı insanın hoşuna gittiği için bir şey yemek veya içmek hedonik bir mutluluk örneğidir. Aynı şekilde, sırf insana zevk verdiği için bir oyun oynamak veya film izlemek tarzı şeyler de hedonik mutluluk olarak düşünülebilir. İşin diğer yanında, ödaymonik mutluluk, örneğin, insanın bir şeye katkı yapmaktan duyduğu mutluluk, hayatında bir amacı olduğunu hissetmesinden duyduğu mutluluk tarzı şeyleri tanımlamak için kullanılmaktadır. Bununla beraber, bir film izlemek de ödaymonik mutluluk örneği sayılabilir. Eğer kişi bu filmi izlerken onun içinde bir anlam buluyorsa, bu eser onun için bir ödaymonik mutluluk kaynağıdır. Hedonik-ödaymonik mutluluk ayrımına dayanarak film izleme alışkanlıklarını inceleyen bir araştırma da, bunu desteklemektedir (Rieger vd., 2014).

Kaynak: “Immunity”, Malvinka A

Bu mutluluk tiplerinin tarihi kökenleri, yani Antik Yunanistan felsefesindeki yerleri üstünde biraz daha duralım.

“Ryan ve Deci (2001), iki ana çerçeve arasında ayrım yaparak, psikoloji alanındaki esenlik araştırmalarındaki mevcut bakış açılarına sistematik bir genel bakış sunmuşlardır: Her ikisi de iki antik Yunan felsefesinden kaynaklanan tarihsel geleneklere dayanan hedonizm ve ödaymonizm sistemleri. Mutluluğa dair hedonik görüş, mutluluğu zevkle eşitleyen ve yalnızca hoş olan veya hoş sonuçlara sahip olanın özünde iyi olduğunu belirten Cyrene’li Aristippus’un (MÖ 4. yüzyıl) önerdiği kavramsallaştırmadan türemiştir. On sekizinci yüzyılda, Hobbes, mutluluğu, başarılı bir şekilde insan iştahının peşinden koşmayla özdeşleştirdi. Bir yüzyıl sonra, yararcılığın (utilitarianism) kurucusu Bentham, iyi bir toplumun, bireylerin hazzı ve kişisel çıkarı maksimize etme çabaları üzerine inşa edildiğini savundu. “Ahlak ve Yasama İlkelerine Giriş” adlı eserinde, yöneticilerin ve hükümetlerin en fazla sayıda yurttaş için en yüksek düzeyde mutluluğu aramaları gerektiğini savundu (…) Ödaymonik görüş, Aristoteles’in Nikomakhos’ta Etik‘te hem kendini gerçekleştirmeyi hem de sosyal olarak paylaşılan hedeflere bağlılığı içeren kendini-gerçekleştirme olarak tanımlanan ödaymonya (eudaemonia) kavramından kaynaklanır. Terim, eu- (iyi) ve daimon‘dan (yerleşik ruh, deha) oluşur. Aristoteles’in kavramsallaştırmasına göre, bir topluluk içinde herkes ortak bir projenin geliştirilmesinde aktif olarak işbirliği yapmaya çağrılır (Nussbaum, 1993). Refah, kişisel kaynakların ve güçlü yanların değerli faaliyetlere bağlılığından ve hem bireysel hem de toplu hedeflerin peşinde koşarak geliştirilmesinden kaynaklanır.”

  • Delle Fave, 2020

“Ödaymonik mutluluk gelip geçici bir ruh hali ya da geçici bir coşku duygusu değil, daha çok yaşamaya değer bir hayat sürmekten kaynaklanan kalıcı bir mutluluk halidir – ki bu Sokrates, Platon ve Aristoteles için erdemli ya da ahlaki seçkinlik dolu bir hayat olacaktır.”

  • Dhiman, 2021

Yukarıdaki alıntıları özetleyecek olursam, Antik Yunan felsefesine göre, ödaymonik mutluluk kişisel ve toplumsal kendini gerçekleştirme sonucu ortaya çıkmaktadır. Yani hem kişinin kendi iyi kabiliyetlerini geliştirmesi hem de topluma katkı yapması yoluyla oluşmaktadır.

Ödaymonik mutluluk günümüzde pek çok açıdan gözardı ediliyor fakat güncel psikoloji bilimi onun ele aldığı mutluluk tipinin oldukça önemli olduğuna işaret ediyor. Mesela, yukarıda geçen araştırmaların yanısıra, şu da var.

“Diğer araştırmacılar, mutluluğun, doğrudan takip edilemeyeceği veya elde edilemeyeceği için, bir paradoks içerdiği varsayımından hareket ederek, daha ziyade bireylerin önemli ve anlamlı olarak algıladıkları faaliyetlerinin bir yan ürününü temsil ettiğini öne sürdü (Martin, 2008). Bu açıdan mutluluğu bir büyüme ve gelişme süreci olarak tanımlamak daha doğru olacaktır (…) Bu süreç, anlamlandırmaya, potansiyellerin gerçekleştirilmesine ve öznel olarak ilgili hedeflerin peşinde koşmaya bağlılık üzerine kuruludur.”

  • Delle Fave, 2020

Yani, ödaymonik mutluluk, güncel araştırmalarda da varlığı birden fazla açıdan tanınmış bir mutluluğu tanımlamak için kullanılıyor. Büyümenin, gelişmenin, anlamlandırmanın, kendinden daha büyük bir şeye katkı yapmanın ve başkalarına yararlı olmanın verdiği bir çeşit mutluluk.

Hedonizmin Yükselişi

Günümüze geldiğimizde, hedonik mutluluğun oldukça baskın olduğunu görüyoruz. Hatta, sık sık, insanların “mutluluk” deyince anladığı şey hedonik mutluluk oluyor. Şöyle düşünün, birisi bir ideal uğruna uğraşmak veyahut kişi için değerli bir şey için çabalamaktan bahsettiğinde, pek çok kişi bunu “mutluluğa rağmen” yapılan bir şey olarak algılıyor. “Bu insanı mutsuz ediyor ve ben mutlu olmak istediğim için bunu yapmak istemiyorum,” minvalinde argümanları pek çok kişi duymuştur. Hatta kişinin kendisi bile bu argümanları kurmuş olabilir. Oysa bir uğurda çabalamanın insana mutluluk verebileceği bu kişilerin aklına gelmiyor bile. Bunun sebebi, günümüzde, mutluluk denilince sıklıkla hedonik mutluluğun düşünülmesidir. Hedonik mutluluk çağımızda o kadar yaygın ve baskın bir hale gelmiştir ki, pek çok kişi bir insanın ödaymonik mutluluk yaşayabileceğini zihninde canlandıramıyor. Bu noktada, ödaymonik mutluluk teriminin önemli olduğunu düşünüyorum çünkü zaman içinde adını ve toplumdaki yerini kaybettiğimiz bir tür mutluluk çeşini tekrar bize kazandırıyor.

Peki hedonik mutluluk neden ve nasıl bu kadar baskın hale gelmiştir? Bu konuda pek çok şey yazılıp çizildi ve bu yazıda, size okuduklarımdan yola çıkarak oluşturduğum kendi fikrimi sunacağım.

Kaynak: “We don’t need another hero / Başka bir kahramana ihtiyacımız yok”, Barbara Kruger

Hedonik mutluluğun baskın bir hale gelerek bir sorun olarak algılanması, günümüze özgü bir şey değil. Örneğin, 19. yüzyıla gittiğimizde, filozof Friedrich Nietzsche’nin bu mutluluk türünün yaygınlaşmasını eleştirdiğini görebiliyoruz. Örneğin, “İyinin ve Kötünün Ötesinde” kitabındaki 238. aforizmaya baktığımızda, bu tür mutluluğu “İngiliz mutluluğu” adı altında eleştiriyor. Ona “konfor ve moda” ismini takıyor. Rahat içinde, zorluklardan uzak, son modayı takip eden, keyif çıkarmak üstüne kurulu bir hayatı ideal olarak alan bu anlayışa karşı çıkıyor. Bunun yanısıra, onun İngiltere’deki yararcılık (utilitarianism; diğer bir çeviriyle faydacılık) akımıyla ilişkili olduğunu belirtiyor. Bu mevzu hakkında kısa bir şiir de yazmış.

Helal sana ağır aksak,
“İyidir hep yavaş olmak”,
Uyuşsun gövden sürekli,
Kupkuruluk, hep yavanlık,
Yıkılmaz bu sıradanlık,
Sans genie et sans esprit!*

[Ç.N.] *Dehasız ve ruhsuz.

  • F. Nietzsche, İyinin ve Kötünün Ötesinde, Say Yayınları, 8. baskı, 152. sayfa

Nietzsche’nin burada eleştirdiği ideoloji veya felsefe, hedonistik yararcılık olarak tanımlanabilir. Bu felsefeye dair bir alıntıyı önceki kısımda yapmıştım.

“…. yararcılığın (utilitarianism) kurucusu Bentham, iyi bir toplumun, bireylerin hazzı ve kişisel çıkarı maksimize etme çabaları üzerine inşa edildiğini savundu. “Ahlak ve Yasama İlkelerine Giriş” adlı eserinde, yöneticilerin ve hükümetlerin en fazla sayıda yurttaş için en yüksek düzeyde mutluluğu aramaları gerektiğini savundu.”

  • Delle Fave, 2020

Hedonistik yararcılığın belki de en ünlü savunucusu, yine, 19. yüzyılda yaşamış bir filozof olan John Stuart Mill’dir. İngiliz bir yararcı olan Mill’e göre, insan hayatının en büyük amacı mutlu olmaktır. Peki nasıl bir mutluluk? Mill, burada net bir tanım vermiştir.

“Mutluluk, zevk ve acının yokluğu anlamına gelir; mutsuzluksa, acı [varlığı] ve zevk yoksunluğu.”

  • J.S. Mill, Utilitarianism, X. cilt, 210. sayfa

Yukarıdaki tanıma baktığımızda, Nietzsche’nin eleştirdiği şeyin ne olduğunu daha iyi anlamaya başlıyoruz. Nietzsche ve başka kimi filozoflar, acının zorunlu olarak kötü bir şey olmadığını savunmuştur. Örneğin, Nietzsche, onun büyümek ve gelişmek için gerekli olduğunu, iyi bir şey olabileceğini öne sürmüştür. Bu da yazının önceki kısmında bahsettiğim ödaymonik mutluluk kapsamına girmektedir. Örneğin, önemli bir mücadele vermek kişiye pek çok acıya sebep olabilse bile, onun hayatına bir anlam ve hatta belki bir amaç katarak, ona ödaymonik bir mutluluk sağlamaktadır. Oysa Mill’in tanımında, başka bir deyişle hedonistik yararcılıkta, bu tarz bir mutluluk göz önüne alınmaz. İnsanın hayatının amacı olarak hedonistik mutluluk belirlenmiş, diğer mutluluk çeşitleri hasıraltı edilmiş ve acı tamamen kötü bir şey olarak yaftalanarak bir kenara atılmıştır.

İşin ironik yanı, bu belki de acıyı daha katlanılmaz bir hale getiriyor. Büyük acılar yaşamış pek çok kişinin söylediği bir şey, bu acıyı bir şekilde anlamlandırmak gerektiğidir. Legend of Korra’da bununla alakalı bir alıntı var.

Katara: Aang’in tüm kültürünün ondan alındığını öğrendiğinde ne kadar acı çektiğini hayal edebiliyor musun?

Katara: Ama bunun ruhunu yok etmesine izin vermedi. Bu acıda bir anlam ve eninde sonunda huzur buldu.

Benzer bir düşünce Naruto’da da yankılanıyor.

Jiraiya: Acı, insanların büyümesini sağlar ve nasıl büyüyeceğin sana kalmış.

Bu örneklerin ikisi de ödaymonik bir mutluluk çeşidini tarif ediyor. Ancak yararcılık ödaymonyayı tamamen redderek, bu tarz anlamlandırma biçimlerini göz önüne almıyor. Böyle olunca da, belki de, acıyı daha bile çekilmez kılıyor.

Tüketimcilik ve Hedonizm

Bu tarz bir hedonistik mutluluk anlayışı, kapitalizmin içinde doğmuş olan tüketimciliğe oldukça uygundur. Tüketimcilik, birden fazla fakat birbiriyle bağlantılı açılardan tanımlanabilir. Benim şu an için en mantıklı bulduğum tanımlar ve bağlantıları şöyledir.

“Tüketimcilik, ekonomide, tüketici harcamalarının veya bireylerin tüketim malları ve hizmetlerine yaptığı harcamaların ekonomik büyümenin başlıca itici gücü ve kapitalist bir ekonominin üretim başarısının merkezi bir ölçüsü olduğu teorisidir.”

Bu ekonomi temelli bakış açısının diğer bir uzantısı, bu görüşe inananların ekonomik büyümenin bir toplumun mutluluğunun en büyük ölçütü olduğu inancıdır. Ekonomik büyümenin en önemli ölçütü olduğu düşünülen gayrısafi yurtiçi hasıla (GSYH) da, böylelikle, “mutluluğun” ölçeği haline gelmiştir. Ekonomik ölçüm parametreleri üstüne çalışan Lorenzo Fioramonti, GSYH hakkında şunları söylemiştir.

“Kamu politikalarının tasarımı için temel bir araç olarak sunulan GSYH’nin icadı, teknokratlara benzeri görülmemiş bir güç sağladı. Bu muktedir sayının bizi ilerlemeye yönlendirmesiyle, politik ekonomimiz, iş döngüsünün sorumlu yönetimi için teknokratik bir reçete haline gelmek için ‘kimin neyi aldığı’ üzerine bir politik mücadele olmaktan çıktı. GSYH büyümesiyle, sonunda herkes kazanabilirdi. İnsanların tek istediği, GSYH’de bir başka artıştı. İşler, gelir, refah ve mutluluk ardından otomatik olarak gelecekti. Hem sanayileşmiş Batı’da hem de gelişmekte olan ‘geri kalan’da, bireyler, vatandaş olarak güçsüzleştirildi ve tüketici olarak yüceltildi.”

  • Fioramonti, 2014

GSYH, kapitalistlerin ona bu kadar vurgu yapmasına rağmen, muktedir bir ölçüt değildir. Örneğin, ekonomik eşitsizliği, toplumdaki esenliği, refah seviyesini ve ekonomik büyümenin bedeli olan ekolojik yıkımı ölçmez (Constanza, 2014; Fioramonti, 2014). Ancak buna rağmen, GSYH artarsa her şey iyiye gidecekmiş gibi davranılır. Bunun bir uzantısı da, toplum ne kadar çok mal ve hizmet tüketirse, bunun o kadar “yararlı” olacağıdır. Bu açıdan, GSYH (ve büyüme) ve tüketim el ele gidiyor.

Böylelikle, ekonomik bu kabulle beraber, ideolojik bir tanımın nasıl oluştuğunu görüyoruz. Bu sayede, tüketimciliğin ekonomik tanımından, sosyolojik tanımına geçişi tamamlıyoruz.

“Tüketimcilik, kişisel refah ve mutluluğun çok büyük ölçüde kişisel tüketim düzeyine, özellikle de maddi malların satın alınmasına bağlı olduğu inancıdır. Buradaki fikir, sadece refahın belirli bir eşiğin üzerindeki bir yaşam standardına bağlı olduğu değil, mutluluğun merkezinde tüketim ve maddi mülkiyet olduğudur. Tüketim toplumu, insanların “tüketmek” için çok fazla zaman, enerji, kaynak ve düşünce ayırdıkları toplumdur. Tüketim toplumunda yaşama dair genel görüşe göre, tüketmek iyidir ve daha çok tüketmek daha da iyidir.”

  • Wright ve Rogers, 2011
Kaynak: “Consumerism Capital”, Abstract848

Böyle bir tanımı sadece sosyologlar da yapmıyor. Örneğin, yatırımcılar için bir ansiklopedi işlevi gören ünlü site Investopedia’da yapılan şu tanım da benzer bir şey söylüyor.

“Tüketimcilik, piyasada satın alınan mal ve hizmetlerin tüketimini artırmanın her zaman arzu edilen bir hedef olduğu ve bir kişinin refahının ve mutluluğunun temel olarak tüketim malları ve maddi mülk edinmeye bağlı olduğu fikridir.”

Tahmin edebileceğiniz üzere, hedonizm ve tüketimciliğin oldukça yakından bir ilişkisi var. Hatta bu ilişkinin önemi sebebiyle, “hedonistik tüketimcilik” (hedonistic consumerism) diye bir terim bile oluşturulmuştur.

“Hedonizm, maddi hayatın rahatlığını ve bolluğunu ve duyusal arzunun tam tatminini hayatın amacı olarak alan değer kavramını ve yaşam biçimini ifade eder. Hedonistik ürün kavramı, faydacı tüketime karşılık gelir (…) Hedonistik tüketim, tüketimi, tüketim deneyiminden zevk almak amacıyla eğlence sağlama eylemi olarak görmeyi ifade eder. Satın alma davranışının duygusal ve mantıksız yönlerine odaklanır.”

  • Liao, 2021

“Mevcut kapitalist modellerde hakim olan son derece savurgan ve ayrımcı tüketim modeli olan hedonistik tüketimcilik, modern kapitalizmin biçimlerindeki en son evrimdir.”

  • Migone, 2007

Böylelikle, daha bütüncül bir resme ulaşıyoruz. Buna göre, hayatın en büyük amacı hedonistik mutluluktur. Bunun için en önemli şey de, insanlara bol bol tüketim malı ve hizmeti sağlamaktır. Bu sebeple, hedonistik bir şekilde tüketmek ve daha çok tüketmek toplumun ve hayatın temelini oluşturmaktadır.

“Tüketim ürünlerinin (mal ve hizmetlerin) sürekli satın alınmasıyla ilişkili olan tüketimcilik, küresel kapitalizmin temel ideolojisidir (Heilbroner 1985; Sklair 2012; Stearns 2006).”

  • Schmitt vd., 2022

“Batı dünyası” denilen gelişmiş ülkelerin liderlerinin ve kapitalist sınıfın insanlara pazarladığı ideal ve ideoloji işte tam olarak budur (elbette, bu toplumlarda, buna karşı çıkan başka kesimler de var). Nietzsche’nin “İngiliz mutluluğu” diye tabir ettiği, acıdan uzak, bol tüketim içinde, en son çıkan şeyleri tüketmek üstüne kurulu bir hayattır. Bu ideolojinin hükmettiği bir dünyada, daha büyük bir ideal için çabalama, kendini daha üstün bir forma dönüştürmeye çalışma, insanlığa yarar sağlama, başkalarının acısını azaltma, daha farklı bir dünya hayal etme ve bu uğurda çabalama, hak mücadelesi verme, toplumsal bir hareketin parçası olma vb. şeyler önemsizdir. Neden? Çünkü bunlar “zordur” ve acı içerir. Ve her türlü acı kötüdür, değil mi? Elbette, bu ideallerin ve mücadelelerin reddedilmesinin bir istisnası var; eğer bunlardan maddi bir kâr elde edilebilecekse, elbette, şirketler ve onlarla işbirliği yapan nüfuzlu kişiler, “aktivizmi” bile pazarlamaktadır. Mesela, bu sebeple, kimi markalar “sosyal projeleri” veya kimi eşitlikçi davaları destekliyormuş gibi davranmaktadır. Elbette, bu durum, “desteklenen” davaların ve mücadelelerin haksız olduğu anlamına gelmez fakat -prensip olarak- şirketlerin bu hedefleri umursamadığına, sadece iyi bir PR yapmak ve bir yandan da belli bir demografiye ürün pazarlamak için yaptığına işaret eder.

Kaynak: “They Live” filmi, John Carpenter

Bu sistemde, gayet beklenen bir şekilde, insan pasif bir tüketiciye indirgenmiştir. Özellikle siyasi açıdan pençeleri sökülmüştür. Bunun insana ne kadar yakın olduğunu şu şekilde de anlayabiliriz. Günümüzdeki topluma baktığımızda, bu kişilerin önemli bir kısmının hayattaki hedeflerinin birçoğunun tüketimcilik içinde olduğunu görebiliyoruz. Bu hedonistik alanlara müdahale edildiğindeyse, örneğin alım gücü düştüğünde, hayatın temel bir parçası haline gelmiş hedonistik ürünlerin ulaşılamaz hale gelmesi sebebiyle, kişi oldukça büyük bir mutsuzluğa sürükleniyor. Öfkeleniyor. Bunun yanısıra, sanatsal, felsefi ve bilimsel uğraş, siyasi mücadele, hak mücadelesi, sosyal ve ekonomik adalet gibi konulardaysa çok fazla bir şey yapmıyor. Çok büyük bir çoğunluğun bundan anladığı en fazla ekrana bakıp sinirlenmek ve yakınlarına dert yanmaktır. Oysa böyle bir şey, elbette, bir mücadele değil, pasif bir şekilde olan biteni izlemektir.

Burada şunu açık bir şekilde belirtme ihtiyacı duyuyorum. Tüketimi illa ki kötü bir şey olarak görmüyorum. Makul sınırlar içerisinde bir tüketim dahilinde olduğu sürece, bireyin sırf kendisi için mutlu olmaya da hakkı var. Dahası, içinde yaşadığımız sistemin koşulları düşünülürse, tüketimi mutluluk getiren bir şey olarak kullanmamız gayet normal bir şey. Bu yüzden herhangi bir tüketime karşı olduğum zannedilmesin. Aynı zamanda, kimseyi doğru düzgün hayat standartları istediği için yargılamıyorum. İnsanın mutlu olmaya hakkı var ve bunun için, içinde bulunduğumuz sistemde, para kazanmak ve ulaşılabilir ürünler satın almak gerekiyor. Özellikle ve özellikle, kaymak kesime ait olmayan kişileri bu açıdan itham etmiyorum. Makul sınırlar içinde olduğu sürece, bu isteklerde yanlış bir şey yok.

İşin diğer yanında, hedonistik mutluluğu da zorunlu olarak kötü bir şey olarak görmüyorum. Örneğin, bir çay içmek bile, bir hedonistik mutluluk örneğidir. Sonuçta, çoğu kişi, (siyah) çayı herhangi bir yararı olduğunu düşündüğü için içmiyor. Şimdi çıkıp, çaya savaş mı açayım? Elbette, böyle bir şeyi savunmuyorum.

Burada eleştirdiğim şey, aşırı hedonistleşme ve pasifleştirilme, aynı zamanda bunların tüketimcilikle ilişkisidir. İnsanlar tüketimciliğin getirdiği ürünleri kullanarak kendi küçük dünyalarına kapanmaya ve başkalarının onların hakkı için mücadele etmesine o kadar alışmış ki, dünyada gerçekleştirmeye değer büyük bir fikir veya rüya olması gerektiği fikri pek çok kişiye yabancı kalıyor; karşılarına onların haklarını ve özgürlüklerini tehdit eden birisi çıktığında, bu mücadeleyi bir başkasının vermesi gerektiğini düşünüyorlar. Bir “kurtarıcının” eksikliğinden yakınıyorlar ve pasif bir şekilde ekrana bakmaya, sinirlenmeye devam ediyorlar. Ödaymonik mutluluktan yoksun, herhangi bir uğurda çaba göstermeyi tamamen bir başkası içinmiş gibi düşünen bir yanılsamayla, “Bir enayi ben miyim?” tarzı absürt bir soru soruyor, böylelikle kendi özgürlüklerine karşı bir tavır alıyorlar. Dahası, insanlığa, hatta bütün dünyaya yararı olabilecek davaları imkansız veya saftirik olarak görüp yargılıyorlar.

Bir açıdan bakıldığında, bu gidişata bir tepki yok da değil. Fakat bu yararlı bir şekilde ortaya çıkmıyor. Batının hedonistik tüketimciliğine karşı tahakkümcü güçler yükseliyor. ABD’de Donald Trump, Birleşmiş Krallık’ta Brexitçiler, Macaristan’da Orban, Rusya’da Putin, Brezilya’da Bolsonaro, Hindistan’da Narendra Modi ve daha başka özgürlüğün düşmanı olan kişilerin takipçileri, bu hedonistik tüketimci ideolojiye karşı, reaksiyoner ve tahakkümcü ama bir açıdan ödaymonik bir ideolojiyi savunuyor. Bu hedonistik ideolojinin sunamadığı topluluk hissi, kendinden büyük bir şeye dahil olma, hayatta bir amaca sahip olma gibi duyguları, tahakkümcü hareketlerde buluyorlar. Eşitlikçi davaların ve ideolojilerin sakatlandığı, ekonomik eşitsizliğin domine ettiği bir dünyada, insanlar anlam ve çıkış yolu ararken gittikçe daha fazla zulme yol açıyor.

Bir Göz Karartma Olarak Tüketimcilik

Tüketimciliğin diğer bir yanı, tahakküm düzeninin ve eşitsizliğin üstünü örtmesidir. Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev kitabında, 16. yüzyıl düşünürü Étienne de La Boétie, çok basit ama önemli bir tespitte bulunmuştur: itaat edecek kişi olmazsa, bir tiranın gücü yoktur. Bu yüzden, insanların gönüllü olarak bir tirana kulluk yaptığı durumları incelemiş ve onlar üstüne yazmıştır. Bunlardan aşağıdaki kesit, konumuzla oldukça yakından ilgili.

“Tiranların kullarını aptallaştırmak için kullandığı bu yöntem, Cyrus’un Sardis’i -baş şehirlerini- aldıktan ve ünlü derecede zengin kralları Croesus’u kendi insafına mecbur bıraktıktan sonra Lidyalılara yaptığı kadar bariz olamaz. Sardis sakinlerinin isyan ettiği haberi kendisine ulaştırıldığında, onları güç kullanarak zayıflatmak kolay olurdu; fakat ya bu kadar kaliteli bir şehri yağmalamak istemediği ya da orayı kolaçan etmesi için bir ordu barındırmak istemediği için, onu zayıflatmanın sıradışı bir çaresini buldu. Orada genelevler, meyhaneler, halk oyunları kurdu ve şehir sakinlerinin buraların tadını çıkaracağını beyan etti. Bu tarz bir garnizonu o kadar etkili buldu ki, bir daha Lidyalılara karşı kılıç çekmek zorunda kalmadı (…)

Sözümona, ağızlarının önünden geçirilen en küçük tüy sayesinde, incelikle kulluk etmeye kandırılmış bu acınası aptallara kıyasla, tuzak yem tarafından daha kolay yakalanan hiçbir kuş veya solucan takılmış çengel tarafından daha kolay yakalanan hiçbir balık olduğunu düşünmeyin. Gerçekten de, zevklerinin en küçük gıdıklanması sayesinde kendilerinin yakalanmasına bu kadar kolay izin vermeleri fevkalade bir olay. Oyunlar, komediler, gösteriler, gladyatörler, garip yaratıklar, madalyalar, resimler ve diğer bütün çeşitli afyonlar, bunlar kadim insanlar için onları köleliğe iten yemler, özgürlüklerinin bedeli, tiranlığın araçlarıydı. Bu uygulamalar ve cazibeler sayesinde, kadim diktatörler kullarını o kadar başarılı şekilde boyunduruğa almıştı ki, afallamış halklar, gözlerinin önünde sallanan eğlenceler ve içi boş zevkler ile gözleri kamaşmış bir şekilde, parlak renkli resimli kitaplara bakan çocuklar kadar saf -ama onlar kadar şerefli olmayan bir şekilde- itaat etmeyi öğrendiler.”

  • Étienne de La Boétie, Discourse on Voluntary Servitude, Free Life Editions

Yaklaşık 400 yıl önce yazılmış ve binlerce yıl önceki bir durumdan bahseden bu sözler, günümüz için de oldukça geçerli. Bunu daha iyi anlamak için, eğlence sektörüne bir bakalım.

Eğlence Sektörü

Eğlence ve Medya sektörünün yıllık geliri, milyon dolar bazında. Pembe kısım, tüketici kaynaklı geliri, kahverengi kısım reklam kaynaklı geliri, kırmızı kısım ulaşım kaynaklı geliri gösteriyor. 2021 ve sonrası tahmin. Kaynak.

Yukarıdaki resimde, küresel Eğlence ve Medya (E&M) sektörü hakkında düzenli olarak çalışmalar yapan PWC’nin raporlarından birisinden alınan bulgular gösteriliyor. 2020’ye kadar olan kısımlar ölçülmüş veriyken, 2021 ve sonrası beklentiler yönündeki tahminleri gösteriyor. Görüldüğü üzere E&M sektörü büyümeye devam ediyor ve 2020’de pandemi sebebiyle bir düşüş gerçekleşse de, bu artışın sürmesi bekleniyor. Bahsedilen para da oldukça yüksek bir miktar. 2020’de yaklaşık 2 trilyon dolarlık bir gelirden bahsediliyor. Bir kıyaslama olarak, açıklandığı zaman Türkiye’nin 2022 bütçesi 105 milyar dolara denk geliyordu. Şunu da belirtmenin yararı var. Yukarıdaki grafik E&M sektörünün sadece gelirini gösteriyor. Sektörün net değeri (yani tüm varlıklarının toplam değeri) çok daha yüksek bir şey olmalı. Yani, ortada devasa ve büyümeye devam eden bir sektörden bahsediyoruz.

Geek bir sitedeki bir yazıyı okuyan bir kişi olarak, bunun neden böyle olduğunu daha kolay anlayacağınızı düşünüyorum. Video oyunları, diziler, filmler, anime, manga, çizgi romanlar, light novel’lar, visual novel’lar, kitaplar vb. pek çok çeşit ile eğlence sektörü hayatın içinde çok büyük bir yer kaplıyor. Örneğin, Türkiye’de bile, Netflix’in 3.5 milyondan fazla abonesi var. Bu sektörün insan hayatındaki etkisi de yüksek. İnsanı eğlendirdiği gibi, kendisine bağlayan hikayeler ve karakterler de yaratıyor. Öyle ki insanlar ölen bir karakter için ölüm ilanı verebiliyor veya cenaze namazı kılabiliyor.

Geek kültürü de bu noktada farklı değil. Zamanımızın ve enerjimizin büyük bir miktarını geek şeyler okumaya, izlemeye, oynamaya, tartışmaya, hatta yazmaya ayırıyoruz. Kısacası, odağımızın önemli bir kısmı bu uğraşlara gidiyor.

İşin Diğer Yüzü: Eşitsizlikler ve Çevresel Yıkım

Elbette, bir de, işin üstünde durulmak istenmeyen diğer yüzü var. İçinde yaşadığımız ve geek uğraşların parçası olduğu sistem, kapitalizm, yüksek derecede eşitsizlik yaratan bir sistemdir. Aşağıda kimi örnekler var.

  • 2017’deki bir çalışmaya göre, dünyanın en zengin 8 kişisi, en fakir %50’siyle aynı miktarda servete sahip.
  • 2020’deki bir çalışmaya göre, dünyanın en zengin 2153 milyarderi, en fakir %60’ından (4.6 milyar kişi) daha fazla servete sahip.
  • 2018’deki bir rapora göre, dünyanın en zengin %1’i, bir önceki senede üretilmiş olan servetin %82’sine sahip oldu. En yoksul %50 hiçbir şey alamadı.
  • 2022’deki bir çalışmaya göre, pandemi sırasında dünyanın en zengin 10 kişisinin serveti ikiye katlandı. Dünyadaki insanların %99’unun gelir seviyesi pandemi yüzünden düştü. “Genişleyen ekonomi, cinsiyet ve ırk eşitsizlikleri – aynı zamanda ülkeler arasındaki eşitsizlikler de – dünyayı parçalıyor.”
  • 2022 Dünya Eşitsizlik Raporu’na göre (Türkçe), en zengin %10, gelirin %52’sine ve servetin %76’sına sahip. En yoksul %50, gelirin %8.5’sine ve servetin %2’sine sahip.

2016 senesinde yayımlanmış başka bir çalışmadan üretilmiş yukarıdaki grafikte, küresel servet piramidi görülüyor. Küresel toplum, kişi başı düşen servete göre dörde bölünmüş.

  • En alttaki mavi kısım 10.000 dolardan daha düşük servete sahip olan kısım. İnsanlığın %73.2’si bu gruba giriyor. 6.1 trilyon dolar ile toplam servetin %2.4’üne sahip oluyor
  • Bir üstündeki turkuaz kısım kişi başı 10.000-100.000 dolar arasında bir servete sahip olan kesimi oluşturuyor. İnsanlığın %18.5’i bu kısıma giriyor. 29.1 trilyon dolar ile toplam servetin %11.4’üne sahip oluyor.
  • Yeşil kısım kişi başı 100.000-1.000.000 dolar arasında bir servete sahip kesimi gösteriyor. İnsanlığın %7.5’i buna dahil. 103.9 trilyon dolar ile servetin %40.6’sına sahip oluyor.
  • En tepedeki sarı kesim kişi başı 1 milyon dolardan fazla servete sahip kesimi gösteriyor. İnsanlığın %0.7’si buna dahil. 116.6 trilyon dolar ile toplam servetin %45.6’sına sahip oluyor.

Bütün bu veriler, ekonomik eşitsizliğin bütün dünya için ne kadar büyük bir sorun olduğunu gösteriyor. Zaten var olan bir sorunu pandemi daha da şiddetlendirdi ve bu sebeple daha da çok dikkat çeker hale geldi. Bu durum muğlak ve uzak bir dünya resmi de değil. Örneğin, World Inequality Database veri bankasında, 2021 için Türkiye’ye baktığımızda, vergilendirme öncesi,

  • En zengin %1’lik kesim gelirin %18.8’ine
  • En zengin %10’luk kesim gelirin %51.7’sine
  • En yoksul %50’lik kesim gelirin %14.2’sine sahip.

Servete baktığımızda,

  • En zengin %1’lik kesim servetin %37.1’ine
  • En zengin %10luk kesim servetin %68’ine
  • En yoksul %50’lik kesim servetin %3.2’sine sahip.

Servet için, durum 2012’den beri aşağı yukarı böyle ve daha öncesinde daha bile kötü. Örneğin, 1995 için, sırasıyla şöyle: en zengin %1 (%45.1 pay), en zengin %10 (%76.1 pay), en yoksul %50 (%0.8 pay). Gelir içinse Osmanlı zamanına kadar gidebiliyoruz. Örneğin, 1820’de: en zengin %1 (%26.4 pay), en zengin %10 (%56.5 pay), en yoksul %50 (%12.4 pay).

Kaynak: Tuca Vieira

Sözün özü, çok uzun süreden beri devam eden çok büyük bir eşitsizlik sorunu var. Ülkeye göre oranlar biraz oynasa da, attığım kaynaktan diğer ülkeleri tarihsel olarak karşılaştırabilirsiniz. Eşitsizlik, içinde bulunduğumuz sistemin temel bir parçası. Dünyanın küçük bir kısmı inanılmaz derecede yüksek servete sahipken, çok büyük bir parçası hemen hiçbir şeye sahip değil. İkisinin arasında kalan ve biraz bir şeye sahip olan bir orta sınıf kesim de var. Bütün sorunlarına rağmen, Türkiye de bu biraz bir şeye sahip olan ülkeler sınıfına giriyor. Örneğin, Birleşmiş Milletler’in 2022’de yayımlanan İnsan Gelişim Endeksi (Human Development Index) sıralamasına göre, Türkiye insani gelişim açısından 191 ülke arasından 48. sırada yer alıyor. Bu endeks, ömür beklentisi, eğitim süresi ve kişi başı GSYH üzerinden ölçülüyor. Bu ölçüm biçimi eleştiriye açık olsa ve pek çok şeyi içine katmasa da, yine de ülkeler arasında karşılaştırma için belli bir fikir veriyor. Bu da, Türkiye’nin, bütün sorunlarına rağmen, dünyadaki çoğu ülkeden daha iyi bir noktada olduğunu gösteriyor. Elbette, bu durum, yaşadığımız koşulların iyi olduğu anlamına gelmiyor. Lakin çoğu ülkeye göre daha iyi oldukları anlamına geliyor. Yaşadığımız şeyleri şöyle bir düşünün. Dünyanın çoğu ülkesi bundan daha bile kötü koşullarda yaşıyor. Ne kadar güzel bir varoluş.

İşin diğer bir yanında, çok yüksek derecede bir tüketim var ve bu durum, iklim değişikliğinin ve yaygın ekolojik yıkımın arkasındaki sebeplerden birisi olarak bulunuyor. Üstünde yaşadığımız gezegenin ve insanlığın geleceği tehlikeye atılıyor. Bu konuda çalışan en büyük bilimsel organizasyon olan IPCC yıllardır çağrılar yapıyor ve daha büyük bir felaketin önlenmesi için zamanımızın azaldığını söylüyor. Birleşmiş Milletler onların dediklerini tekrarlıyor ve zamanın tükenmekte olduğu vurgusunu yapıyor. Felaketler kuvvetlenmeye başlarken değişim yapma vaktimiz azalıyor. Doğal felaketler sosyoekonomik sistemleri tehdit ederek bir domino etkisi tehdidi yaratıyor. Evet, medeniyetin yok olma ihtimali “düşük” olabilir ama bu acı çekmeyeceğimiz anlamına gelmiyor. Şu an çekmediğimiz anlamına da gelmiyor. Örneğin, 30 Mayıs-4 Eylül 2022 arasında, sıcak dalgaları sebebiyle, sadece Avrupa’da 61.672 kişi öldü. Bana sorarsanız, bu kişilerin büyük bir kısmı petrol şirketleri ve onların çıkarını savunan kişilerin onlarca yıllık propagandası ve manipülasyonu sonucu öldürüldü. Türkiye’de acaba her sene kaç kişi sıcak dalgalarından dolayı ölüyor? Bilmiyoruz.

“31 tane doğa kaynaklı afet var dünya üzerinde, 28’i havayla ilgilidir. 28 afetten bir tanesi de Heatwave denilen sıcak hava dalgasıdır. Bu afet olarak dünya literatüründe vardır. Bizim kanunlarımızda, yönetmeliklerimizde adı yoktur.”

Belki de birkaç senede bir, o korkunç depremlerdeki kadar canı sıcak dalgaları sebebiyle kaybediyoruz ama çetelesi tutulmadığı için, insanlar sessiz sedasızca göçüp gidiyor.

Kaynak:  Konstantinos Tsakalidis/Bloomberg

Tüketimcilik ve eğlence sektörünün üstünü örttüğü şey işte tam da bu eşitsizlik, sömürü ve yıkım düzenidir. Sadece başka ülkelerdeki insanların yaşadıkları da değil, insanın kendi ülkesinde, kendi şehrinde yaşadığı, çevresinin ve kendisinin başına gelenler de gizleniyor. Edindiğimiz tüketimci bakış açısı, içinde yaşadığımız sistemin ürettiği şiddeti ve yıkımı gizliyor. Biz kendimizi kahramanlar, fantastik diyarlar ve oyunlar içinde kaybetmişken, inanılmaz derecede büyük bir eşitsizlik ve sefalet varlığını sürdürüyor, insanlığın varoluşunu sağlayan doğal sistemler tahrip ediliyor. Sadece bu da değil, bize bu oyuncakları verdiği için, içinde yaşadığımız sistemi haklı görüyoruz. Yaptığımız veya yapacağımız işin büyük bir kısmının sadece küçük bir zengin kesimin cebine daha fazla para girmesiyle, onun daha fazla güçlenmesiyle sonuçlandığını gözardı ediyoruz veya bir şekilde kabulleniyoruz. Sevdiğim diziyi izleyebildiğim sürece sömürülmüşüm ve başkalarının sömürülmesine katkı yapmışım, önemli mi? “En küçük tüy” gözümüzün önünde sallanıyor. Geek kültürünün de parçası olduğu tüketimcilik, bu adaletsiz düzenin sürdürülmesini sağlayan afyon oluyor.

Tüketimcilik sadece ekonomik eşitsizliği ve israfı da kapamıyor. Tüketimciliğe yapılan her bir yatırım ve harcanan her bir enerji, ödaymonik bir açıdan dünyanın iyileştirilmesi ve insanın daha iyi bir noktaya ulaşabilmesinden yiyor. Dünyayı anlamlandırmaya çalışan, sınırları aşmaya ve insanları entelektüel bir açıdan sınamaya yarayan sanat eserleri yerine, hedonistik ve bayağı eserler domine ediyor; sağlık veya bilgi üretimi gibi önemli işlevlere gidebilecek trilyonlarca dolar, eğlenmek için harcanıyor; milyarlarca insanı besleyebilecek kaynaklar filmlere veriliyor; dünyadaki cinsiyet, cinsel kimlik, etnik kimlik ve dini kimlik eşitliği davalarına katkıda bulunmak için kullanılabilecek bir enerji, #SnyderCut’ın çıkarılması için kullanılıyor. Sözün özü, insanı daha öteye taşımak ve insanlığa&dünyaya yarar sağlamak için kullanılabilecek çok fazla mali ve insani kaynak, hedonik tüketime yönlendiriliyor.

Kültürel Hegemoni ve Tüketimcilik

Filozof Antonio Gramsci, İtalya’daki faşist rejim tarafından yakalanıp hapsedildiğinde, bulunduğu bu zor konumdan bile çalışmalarına devam etmiştir. Gramsci özgürlüğünü kazanamadan ölmüş olsa da, Hapishane Defterlerinden Seçmeler (Selections From Prison Notebooks) isimli kitabı, ölümünden sonra, 1947’de yayımlanmıştır. Gramsci bu kitapta bir hegemonya tanımından bahsetmektedir.

“Hakim temel grubun toplumsal hayata dayattığı genel yöne, nüfusun büyük kitleleri tarafından verilen ‘kendiliğinden’ rıza; bu rıza, ‘tarihsel olarak’, hakim grubun sahip olduğu prestij (ve dolayısıyla güven) nedeniyledir ve bunu üretim dünyasındaki konumu ve işleviyle elde etmiştir.”

  • Antonio Gramsci, Selections from the Prison Notebooks, ed. and trans. Quentin Hoare and Geoffrey Nowell Smith (New York, 1971), 12.

Başka bir şekilde açıklayacak olursam, Gramsci’ye göre, hegemoni üretim ilişkileri sonucu açığa çıkmaktadır. Ekonomik üretim araçlarını elinden bulunduran kesim, yani kapitalistler, kendilerini ayrıcalıklı bir konuma yerleştirmiştir ve bunun sayesinde tarihi yönlendirmektedir. Kendi değerlerini topluma dayatır ama bu basit bir zorla ikna değildir. Yaratılmış bir rızadır.

Gramsci hegemoni kavramını kültürel bağlamda incelemiş ve kapitalist sınıfın doğrudan bastırmadan öte, rıza yaratma yoluyla ayakta kaldığı sonucuna varmıştır. Bu açıklamaya göre, kapitalist sınıf, toplumun inançlarını, değerlerini ve dünya hakkındaki açıklamalarını manipülasyon yoluyla kontrol etmektedir. Bu kültürel hegemoni sonucuysa, kapitalistlerin üstte bulunduğu statüko haklı çıkarılmaktadır (Bullock ve Trombley, 1999). Örneğin, kapitalistlerin üretilen paranın çoğunu aldığı bu eşitsiz sistem, insan eliyle inşa edilmiş bir hiyerarşi yerine, doğal bir sistem olarak sunulur. “İnsan böyledir,” denir. “Ve hep böyle kalacaktır. Böyle gelmiş böyle gider.”

Bu açıdan baktığımızda, tüketimcilik, kültürel hegemoninin kurulmasında oldukça temel bir rol oynuyor. Ne de olsa, tüketim, sosyal, kültürel, ekonomik uygulamaları ve tüketimcilik ideolojisiyle birlikte, kapitalizmi sıradan insanların gözünde haklı çıkaran bir şeydir (Bocock, 1993). Nasıl çıkarmasın? Güzel video oyunları, şaşalı filmler ve diziler, ilgi çekici çizgi roman evrenleri, hatta kişinin parası varsa arabalar ve pahalı tatiller… bunlar insanlara mutlu ve konforlu bir hayat sunuyor ve vaat ediyor. Ancak bu mutluluk, Nietzsche’nin İngiliz mutluluğu dediği tarzdan, hedonistik bir mutluluk. Bedeli büyük bir eşitsizlik ve sömürü oluyor.

İnsanlara bir yandan büyük davaların ve ideallerin boş olduğu inancı pompalanırken, diğer yandan da konfor bazlı bir değer sistemi veriliyor. Mutluluk temel olarak kapitalizmle uyumlu hedonistik bir şekilde tanımlanıyor. Reklamlar ömrümüz boyunca bize sürekli olarak yeni şeyler satın almamızı söylüyor ve bizi psikolojik olarak manipüle ediyor (Danciu, 2014). Hatta kişisel verilerin kullanımı sayesinde oluşturulan kişisel reklamlarla, reklamlar daha bile manipülatif hale geliyor. “Tükettiğimiz” hikayelerse bize bu sistemin ne kadar adil olduğunu anlatıyor. Örneğin, bununla alakalı olarak, Rousseau, sanatlardan bahsederken aşağıdaki tanımlamayı kullanmıştır.

“… insanları aşağı çeken demir zincirlerin üstüne çiçekten çelenkler sermişler, içlerinde doğmuş oldukları orijinal özgürlüğü söndürmüş ve onları medeni insanlar denilen kişilere dönüştürerek köleliklerini sevmelerini sağlamıştırlar.”

  • Rousseau, J.J. (1750). Discourse on the Arts and Sciences

Rousseau’nun bunu demesinin sebebi, kendi yaşadığı dönemde, Fransa’da inanılmaz derecede büyük eşitsizlikler olmasıdır. Bir anısında, soyluların eğlence için aç insanlara ekmek atıp onları kapışmalarını izlemekten zevk aldıklarından bahsetmiş ve bunu görünce duyduğu dehşet ile utancı dile getirmiştir.

Peki günümüzde bu ne kadar değişti? Yukarıdaki sahne Occupy Wallstreet (Wallstreet’i İşgal) hareketinden bir kare. ABD’deki ekonomik eşitsizliği protesto eden bu hareketin belki de en ünlü slogalı “Biz %99’uz,” idi. Ekonomik dağılım olarak en üstteki kesime karşı bir tepkiydi. Yukarıdaki gördüğünüz sahneyse, ekonomik eşitsizliği protesto eden kişilere şampanya içerek gülen bir grup zengini gösteriyor. Biraz daha bağlam sağlayacak olursam, Occupy’ın düzenlenmesinin ana sebeplerinden birisi, hatta ana sebebi, 2008 kriziyle beraber ABD toplumunda pek çok kişinin işinden olmasıdır.  Bu krizin çıkmasının başlıca sebebi, Wall Street borsasının daha fazla kazanç için aşırı risk alması sonucu gerçekleşen kayıplardır. Başka bir deyişle, yukarıdaki zenginler, kendisi gibi kapitalistlerin yaptıkları sonucu işinden olmuş veya olmasa bile bu mevzuyu önemseyen sıradan kişilere gülüyor ve onlarla alay ederek fotoğraflarını çekiyorlar.

Görünüşe bakılırsa, Rousseau’nün zamanından beri çok fazla bir şey değişmemiş. Yine, aynı şekilde, günümüzdeki sanatlar benzer bir işleve sahip oluyor. Üstünde çok durduğum bir örnek, Kara Şövalye Yükseliyor (The Dark Knight Rises; TDKR) filmidir. Bu filmde toplumdaki ekonomik eşitsizlik problemini kullanarak “toplumun dengesini bozan” bir kötü adam, Bane, gösteriliyor. 2008 krizinden esinlenerek yazılmış bu senaryoda, 2008 öncesi durum bir dengeli ve iyi toplum olarak sunulurken, 2008 sonrasındaki toplum dengesi bozulmuş ve kargaşa içinde olarak sunuluyor. 2008 öncesindeki toplumda bile eşitsizliğin ne kadar yüksek olduğu ve sömürü düzeninin hüküm sürdüğü, Nolan gibi yüzmilyoner birisine yakışır bir şekilde, gözardı ediliyor. Yine bu kapitalist bakış açısına uygun bir şekilde, filmin akışında, hayırsever bir İsa figürü olan milyarder Batman’se, kendisini adalet savaşına adayarak “dengeyi” geri getiriyor. TDKR’yı incelediğim yazılarımda bunu daha detaylı olarak okuyabilirsiniz.

Diğer bir örnek 2019 yapımı Joker filmidir. Bu film, her ne kadar toplumsal eşitsizliği daha eleştirel bir açıdan ele alsa da, yine çalışan kesimi patlamaya hazır ve vahşi bir kitle olarak ele alıyor. Daha iyi bir gelecek hayali, daha eşit bir dünya yaratma çözümü gösterilmiyor. İnsanların eşitsizlik karşısındaki birikmişliği nihilist bir yok oluş olarak lanse ediliyor. Yani, başka bir Hollywood yapımı daha, çalışan kesimin tepkisini sadece yıkımcılığa indirgiyor.

Eğlence sektöründe bu kültürel hegemoninin ne kadar baskın olduğu şuradan da anlaşılabilir. Hollywood’daki yönetmenleri ve oyuncuları düşünün. Bunların, özellikle nüfuzlu olanlarının, çok büyük bir kısmı milyonerlerden, onmilyonerlerden, hatta yüzmilyonerlerden oluşuyor. Hatta bir insan ne kadar ünlüyse genel olarak o kadar daha yüksek mali değere sahip oluyor. Örneğin, Christopher Nolan’ın net değerinin 250 milyon dolar olduğu tahmin ediliyor ve bu adamın yazdığı ve yönettiği filmler dünya çevresinde yüz milyonlarca kişi tarafından izleniyor.

İşin dahası, bu filmler vs. büyük şirketlerdeki komitelerden de geçiyor. Şirketler kendi isteklerine göre senaryolara müdahale ediyor. Bu müdahalelerin kapitalist ideoloji çerçevesinde yapıldığını düşünmek için yeterli sebep var. Öncelikle, Hollywood’un genel olarak ürettiği işlerin ekonomik eşitsizlik sorunlarını hiçbir şekilde anlamlı bir şekilde ele almaması var. İkinci olaraksa, anketlere bakıldığında, bir kişi ekonomik hiyerarşide ne kadar üstteyse, o hiyerarşiyi korumaya o kadar meyilli olduğu görülüyor. Yapımlarda “kalite kontrolü” yapan üst düzey yetkililerin bu üst kesime ait olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek. Aynı şey Nolan gibi zengin üreticiler için de geçerli.

Sonuç olarak, baktığımızda, eğlence sektöründe gerek sektörün üreticileri gerekse onun kontrol mekanizmaları tarafından bir tür kültürel hegemoni üretildiği görülüyor. Kendi çıkarlarına yarayan kapitalist ideolojiyi sanat eserleri yoluyla insanlara yayıyorlar. Bunu büyük bir komplo teorisi olarak söylemiyorum. Oturup bütün bunları kontrol eden tek bir merkez olduğunu falan iddia etmiyorum. Demek istediğim, sadece, kendi çıkarlarına göre hareket eden kapitalist sınıf üyelerinin, üretim araçlarını kullanarak, yani bu durumda film, dizi, oyun vb. üretimi yoluyla, kendi fikirlerini topluma yaydığıdır. Bunun sonucunda da, çalışan kesime ait kişiler, kendi çıkarlarına ters bir ideolojiyi benimsemeye yönlendiriliyor.

Son

Kaynak: “The Music of Marie” mangası, Furuya Usamaru

Eğlence sektörü öğelerinden soğumama yol açan sebeplerin önemli bir kısmı burada belirttiğim gibidir. Eğlence sektörü, eşitliksiz bir dünyanın varlığını bize unutturmak, eleştirel yeteneği köreltmek, direnişi azaltmak ve anlamlı bir mutluluk çeşidini yok etmek için kullanılıyor. Bir araç olarak bakıldığında, bir taşla iki kuşu vuruyor; hem daha fazla tükettiriyor ve kapitalistlere daha fazla para kazandırıyor hem de insanları pasifize ediyor ve kapitalizmin adaletsizliklerini kabullenmeyi arttırıyor. Durum böyleyken, bu tarz olaylara eleştirel bir açıdan bakan kişi için, geek eserlerden, uğraşlardan ve komünitelerden soğumak bir noktada kaçınılmaz oluyor.

Bunları demiş olmakla beraber, birkaç şeyi açık bir şekilde belirtme ihtiyacı hissediyorum.

Öncelikle, bir insanın bir keşiş gibi kendisini bu tarz uğraşlardan tamamen koparması gerektiğini düşünmüyorum. İçinde bulunduğumuz sistem adaletsiz olsa da, hayatımıza mutluluk ve tatmin veren pek çok şeyi onun aracılığıyla elde etmek zorundayız. Sanatları ve diğer geek uğraşları bünyesine katmış ve pek çok açıdan kendisinden ayrılmaz bir hale getirmiş bir sistemden bahsediyoruz. Aynı şey diğer pek çok uğraş için de söylenebilir. Örneğin, entelektüel gelişim için gerekli olan kitaplar bile, kapitalizm içinde üretiliyor ve tüketiliyor. Bu yüzden, toplumdan kendini tamamen koparmadan, kapitalizmden kaçış yok.

Bunları demiş olmakla beraber, bu hedonistik tüketimin ödaymonik uğraşlarla dengelenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bunun önemli bir noktası, toplumsal eşitlik davaları için, ne şekilde olursa olsun, mücadele verilmesidir. Çok fazla insanı ve canlıyı etkileyen çok fazla sorun var ve dur demezsek her şey çok ama çok daha kötüye gidecek. Bu noktada, kafayı kuma gömmenin hiçbir şeye yararı yok. Aynı zamanda insanı çok büyük bir mutluluk ve anlam kaynağından mahrum bırakıyor: yapmaya gerçekten değer bir şey yapmış olmaktan; bir mücadelenin parçası olmaktan; önemli bir şeylere katkı yaptığını hissetmekten.

Ödaymonik uğraşların diğer bir yanı, kişinin kendisini sorgulamalara ve öğrenmeye iten şeyler bulmasıdır. Ne de olsa, ödaymonik mutluluğun bir yanı da daha çok bireyseldir; kişinin kendini geliştirmesidir. Bununla alakalı olarak, elbette, üretim de ödaymonik bir uğraştır. Özellikle, hayatta yaşanan tecrübeleri anlamlandırmaya çalışan üretim ve sorunlara doğrudan çare bulmaya çalışan üretim önemlidir.

Tüketim miktarıyla alakalı diğer bir nokta, üretimi ve taşıması için daha fazla kaynak ve enerji gereken ürünleri azaltmaktır. Örneğin, ortalama bir tişört için 2720 litre, bir kot içinse 10.850 litre su gerekmektedir (Chapagain vd., 2006). Dünya etrafından söylenen ürünler de daha fazla taşımacılık gerektirdikleri için daha yüksek ekolojik ayak izine sahiptir. Et ürünlerinin karbon ayak izi bitkisel ürünlere göre çok daha yüksektir (Ritchie, 2020). Bu tarz ürünlerin kullanımı azaltılarak, tüketim yoluyla dünya üstündeki negatif etki azaltılabilir. Hoş, şu günlerde eti çoğu kişi pek yiyemiyor ama eskaza bol yiyen birisi okur diye belirteyim dedim.

Bu tüketimle alakalı olarak, sisteme daha az katkı yaparak tüketmenin yolları da var. Örneğin, bedava alternatifler bulmak bunun bir yoludur. Kapitalist çıkar ilişkilerine çomak sokan bu tarz yolların mümkün olduğunca tercih edilmesi gerektiği savunması bile yapılabilir.

Son olarak, ödaymonik mutluluğun her çeşidinin özgürleştirici olduğunu veya kapitalist veya reaksiyoner ideolojiden bağımsız olduğunu düşünmemek gerekiyor. Yazının önceki kısmında bahsettiğim gibi, insanlar zararlı şeylerde bile ödaymonik bir mutluluk bulabiliyor. Yani ödaymonik mutluluğun önemini fark etmek ve bu uğurda çabalamak önemli bir adım olsa da, tek başına yeterli değil. Buna rağmen, insanın yola koyulması için başlangıç noktasını oluşturuyor.

Referanslar

Metin içinde tam haliyle belirtilen kaynaklar burada belirtilmemiştir.

  • Bocock, R. (1993). Consumption. London: Routledge.
  • Bullock, A., & Trombley, S. (Eds.). (1999). The Norton dictionary of modern thought. WW Norton & Company, 387–88.
  • Chapagain, A. K., Hoekstra, A. Y., Savenije, H. H., & Gautam, R. (2006). The water footprint of cotton consumption: An assessment of the impact of worldwide consumption of cotton products on the water resources in the cotton producing countries. Ecological economics, 60(1), 186-203.
  • Costanza, R., Kubiszewski, I., Giovannini, E., Lovins, H., McGlade, J., Pickett, K. E., … & Wilkinson, R. (2014). Development: Time to leave GDP behind. Nature, 505(7483), 283-285.
  • Danciu, V. (2014). Manipulative marketing: persuasion and manipulation of the consumer through advertising. Theoretical and Applied Economics, 21(2), 591.
  • David, S. A., Boniwell, I., & Ayers, A. C. (Eds.). (2014). The Oxford handbook of happiness. Oxford University Press.
  • Delle Fave, A. (2020). Eudaimonic and hedonic happiness. Encyclopedia of quality of life and well-being research, 1-7.
  • Dhiman, S. (2021). Being good and being happy: Eudaimonic well-being insights from Socrates, Plato, and Aristotle. The Palgrave Handbook of Workplace Well-Being, 3-32.
  • Fioramonti, L. (2014). The world’s most powerful number: An assessment of 80 years of GDP ideology (Respond to this article at http://www. therai. org. uk/at/debate). Anthropology Today, 30(2), 12-15.
  • Heilbroner, R. L. (1985). The nature and logic of capitalism. WW Norton & Company.
  • Liao, Y. (2021). The sources and influencing factors of hedonistic consumption. Psychology, 12(4), 660-674.
  • Martin, M. W. (2008). Paradoxes of happiness. Journal of Happiness Studies, 9, 171–184.
  • Migone, A. (2007). Hedonistic consumerism: Patterns of consumption in contemporary capitalism. Review of Radical Political Economics, 39(2), 173-200.
  • Nussbaum, M. (1993). Non relative virtues: An Aristotelian approach. In M. Nussbaum & A. Sen (Eds.), The quality of life (pp. 42–269). Helsinki: United Nations University and WIDER.
  • Peterson, C., Park, N., & Seligman, M. E. P. (2005). Orientations to happiness and life satisfaction: The full life versus the empty life. Journal of Happiness Studies, 6, 25–41.
  • Rieger, D., Reinecke, L., Frischlich, L., & Bente, G. (2014). Media entertainment and well-being—Linking hedonic and eudaimonic entertainment experience to media-induced recovery and vitality. Journal of Communication, 64(3), 456-478.
  • Ritchie, H. (2020). You want to reduce the carbon footprint of your food? Focus on what you eat, not whether your food is local. Our world in data, 24.
  • Ritzer, G. (Ed.). (2012). The Wiley-Blackwell encyclopedia of globalization (No. 26339). Chichester, UK/Malden, MA: Wiley Blackwell.
  • Ryan, R. M., & Deci, E. L. (2001). On happiness and human potentials: A review of research on hedonic and eudaimonic well-being. Annual Review of Psychology, 52, 141–166.
  • Ryff, C. D. & Keyes, C. L. M. (1995). The structure of psychological well-being revisited. Journal of Personality and Social Psychology, 69, 719–727.
  • Schmitt, B., Brakus, J. J., & Biraglia, A. (2022). Consumption ideology. Journal of Consumer Research, 49(1), 74-95.
  • Stearns, P. N. (2006). Consumerism in world history: The global transformation of desire. Routledge.
  • Waterman, A. S. (1993). Two conceptions of happiness: Contrasts of personal expressiveness (eudaimonia) and hedonic enjoyment. Journal of Personality and Social Psychology, 64, 678–691.
  • Wright, E. O., & Rogers, J. (2011). American society: How it really works. New York: WW Norton & Company.

Yorum bırakın