Son Mesih: Peter W. Zapffe’in Nihilist ve Gotik Başyapıtının Çevirisi ve Önemi

Peter Wessel Zapffe, nihilist düşüncede önemli bir yeri bulunan ama az bilinen bir 20. yüzyıl filozofudur. Son Mesih, Janus dergisinin 9. sayısında, 1933 yılında yayımlanmıştır. Aşağıda, onun “The Last Messiah” denemesinin tarafımdan gerçekleştirilmiş Türkçe çevirisi bulunuyor. Norveççeden Peter Reed ve David Rothenerg tarafından İngilizceye çevirilmiş halini baz alıyorum. Gisle R. Tangenes tarafından yapılmış bir İngilizceye çeviri daha bulunsa da, bu çevirinin daha iyi olduğu fikrindeyim. Zamandan tasarruf için, Google Translate kullanılmış ve gerekli görülen yerlerde düzeltmeler yapılmıştır.

Başlık resmi: inetgrafx

Önsöz

Son Mesih, oldukça ilginç bir nihilist çalışmadır. Yaklaşık on sayfa olan denemede, Zapffe, insanlığın temelinde neden varoluşsal kriz yattığını açıklıyor, kendince bununla ana başa çıkma yöntemlerini sıralıyor ve en sonunda insanlığın üremeyi keserek kendisini yok etmesi gerektiği mesajıyla yazısını bitiriyor. Zapffe’e göre, insanlık, evrimsel süreç sonucunda, bir bilinç fazlalığı gelişmiştir. Bu bilinç fazlalığı, ölüm denilen şeyi fark etmesini, dolayısıyla kendi ölümlüğünü algılamasını sağlamıştır. Bundan sonra, insan, bir varoluşsal krize girmiştir. İntiharın eşiğine gelmiş fakat ölüm korkusu bunu ondan alıkoymuştur. Böylelikle, evrenin bir esiri olduğunu fark etmiştir. Yaşamaya devam edebilmek için, çeşitli başa çıkma yöntemleri gelişmiştir. Bu yöntemlerin hepsi, öyle veya böyle, kişinin ölüm hakkındaki bilinçliliğini azaltarak, onun yaşamaya devam etmesini sağlamaktadır. Lakin Zapffe’e göre bunlar yetersizdir. Bu sorunun asıl çaresi, insanların üremeyi bırakarak türlerinin sonunu getirmesi gerekliliğidir.

Zapffe, bu noktada, pesimist ve nihilist felsefeyi takip ediyor. Hayatın içsel veya üretilmiş bir değeri olmadığını savunarak, aynı zamanda onun yaşamaya değer olmadığını söyleyerek, bir nihilist oluyor; aynı zamanda, hayatta olumsuzluğun olumluluktan fazla olduğunu söyleyerek bir pesimist oluyor. Elbette, kişinin, Zapffe’in dediği her şeye katılması gerekmiyor. Anti-natalizm ve hayatın değersiz olduğu fikri, zorunlu olarak doğru olan şeyler değildirler. Ancak zorunlu olarak yanlış da değildirler. Bu noktada, kişinin bu felsefelerle etkileşerek, kendi cevabını oluşturması gerekiyor. Sık sık yapılan bir hata, bir felsefe kişide içgüdüsel bir tepki oluşturduğu için, onun üstünkörü bir şekilde reddedilmesidir. Oysa birçok felsefi akım ve düşünce, hayat hakkındaki doğru noktalara değinir. Bu sebeple, ciddiye alınıp değerlendirilmeleri gerekiyor. Kişi katılmıyorsa, analitik bir şekilde katılmadığı noktaları göstermeli ve onlara yanıt oluşturmalıdır.

Bu açılardan, Zapffe’in denemesi ve fikirleri ilginç bir bakış açısı sunuyor. Bir noktaya kadar, psikolojik araştırmalar tarafından da destekleniyorlar. Örneğin, Zapffe’in öne sürdüğü, ölüm bilincinin ve onunla başa çıkma yollarının, hayatımızda hem kişisel hem de kültürel olarak temel bir yer ettiği düşüncesi, Dehşet Yönetimi Kuramı tarafından desteklenmektedir. Bu kurama göre, her canlı kuvvetli bir hayatta kalma güdüsüne sahiptir fakat biz insanlar, evrimsel süreçte yüksek bir farkındalık, gelişmiş bir bilinç geliştirmişizdir. Bu bilinç bize, kimi açılardan, örneğin geleceği planlama açısından, avantajlar sağlasa da, aynı zamanda kendi ölümlülüğümüzü fark etmemizi sağlamıştır. Bu sebeple, insan özel bir yere sahiptir. Kendi ölümlüğünü fark etmiştir ve bu farkındalığı ile yaşama iç güdüsü savaşmaktadır. Bu yüzden, insan kültürünün önemli bir kısmı, bu ölüm korkusuyla baş etmek üzerinedir veyahut en azından bundan etkilenmiştir. Örneğin, insanlar, kültürel öğeler yoluyla, kelimenin tam anlamıyla veya sembolik olarak ölümsüzlüğe inanmaktadır. Dini inançlar kelimenin tam anlamıyla bir ölümsüzlük vaat ederek ölüm korkusunu yatıştırırken, “halk için”, “millet için”, “işçiler için”, “insanlık için” vs. yapılan şeyler yoluyla, veya başka insanlarla kurulan bağlar yoluyla, insanlar dünyada kalıcı bir etki bırakmaya çalışmakta ve bu “kalıcı” etki yoluyla sembolik bir ölümsüzlük amaçlamaktadırlar. Bu da, ölüm korkusunu yatıştırmaktadır.

Daha farklı bir şekilde açıklayacak olursak, insanın ölüm korkusuyla başa çıkmasının iki yolu vardır. Bir tanesi, öz değerdir (self-esteem). Bunun sayesinde, insan, kozmik vurdumduymazlık içerisinde sürüklenen basit bir et makinesi olduğunu değil, hayatının bir değeri olduğunu hisseder. İkinci yol, dünya görüşüdür. İnsanların dünya görüşü genellikle onlara bir düzen, devamlılık ve anlam hissi sağlamaktadır ve bunları hepsi de ölüm korkusunu yatıştırmayı sağlamaktadır. Düzen hissiyatı, hayattaki belirsizliklerle baş etmemizi sağlar. Devamlılık hissiyatı, ölsek bile sembolik veya kelimenin tam anlamıyla var olmayı sürdüreceğimizi hissetmemizi sağlar. Anlam hissiyatı, yaptıklarımızın ve kendimizin bir değeri olduğunu hissettirir.

Böylelikle, Zapffe’in görüşlerinin, kısmen bilimsel bir desteği olduğu söylenebilir. Elbette, Dehşet Yönetimi Kuramı’nın veya Zapffe’in dediklerinin, bütün insan aktivitelerini açıkladığını iddia etmiyorum. Ancak, en azından, hayatımızdaki temel bir çatışmaya ve mücadeleye dikkat çekiyorlar. Bu açıdan, üstünde düşünmeye değer bir şey sunuyorlar.

İşin diğer bir yanında, Son Mesih, içerdiği edebi anlatım şekli ve sunduğu karanlık fikirlerle, gotik edebiyatın bir parçası da sayılabilir. Elbette, tam anlamıyla bir kurgu işi değil fakat kimi noktalarda kurgu içeriyor ve yazım tarzı onu edebi olarak değerlendirmeyi sağlayabiliyor. Belki de, kısmen bu yüzden, Thomas Ligotti gibi bir gotik kurgu ustasına esin kaynağı olabilmiştir. Bu sebep dolayısıyla, bu denemeyi sadece bir felsefi bir eser olarak değil, edebi açıdan da ele almak gerekiyor.

Dehşet Yönetimi Kuramı hakkındaki bilgilerin kaynağı: The Worm at the Core: On the Role of Death in Life. (2015). Random House Trade. Solomon, S., Greenberg, J., & Pyszczynski, T. A.

Son Mesih

Çoktan geçip gitmiş zamanlardan bir gecede, adam uyandı ve kendini gördü. Kâinatın altında çıplak, kendi vücudunda evsiz olduğunu gördü. Arayan düşüncesi karşısında her şey açıldı, mucize üstüne mucize, dehşet üstüne dehşet zihninde çiçek açtı.

Sonra kadın da uyandı ve gidip bir şey öldürme vaktinin geldiğini söyledi. Ve adam, yayını ve okunu, ruh ve elin evliliğinin bir meyvesini, aldı ve dışarı, yıldızların altına gitti. Ancak hayvanlar, onun alışkanlıktan dolayı beklediği su birikintisine vardığında, kanında artık kaplanın atılışını değil, yaşayan her şey arasındaki ıstırabın kardeşliğine dair büyük bir mezmuru hissetti.

O gün avdan eli boş döndü ve onu bir sonraki yeni ayın yükselişinde onu tekrar bulduklarında, su birikintisinin yanında ölü yatıyordu.

II

Ne olmuştu? Yaşamın birliğinde bir kırılma, biyolojik bir paradoks, bir canavarlık, bir saçmalık, en feci türden bir hipertrofi. Doğa hedefini aşmış ve kendisini mağlup etmişti. Bir tür, çok ağır bir şekilde silahlandırılmıştı—dehası onu dış dünya üstünde kadir-i mutlak kılmakla kalmamış, kendisi için eşit derecede tehlikeli kılmıştı. Silahı, kabzası veya koruması olmayan bir kılıç gibiydi, her şeyi yarıp geçebilen iki ucu keskin bir bıçaktı; ama kılıcı kim kullandıysa, kılıcı ağzından tutması ve kenarlarından birini kendisine çevirmesi gerekiyordu.

Yeni gözlerine rağmen, insanoğlunun kökleri hâlâ temel maddedeydi; ruhu maddeye örülmüştü ve onun kör yasalarına tabiydi. Ama aynı zamanda insan maddeyi sanki bir yabancıymış gibi inceleyebiliyordu; kendisini diğer olgularla karşılaştırabiliyor, kendi yaşamsal süreçlerini ortaya çıkarabiliyor ve sınıflandırabiliyordu. Doğaya davetsiz misafir olarak geldi; şimdi boşuna kollarını uzatıyor ve onu yaratanla birleşmek için dua ediyor. Doğa artık cevap vermiyor, insanda bir mucize yarattı ama o zamandan beri onu kabul etmeyi reddetti. İnsan evrendeki yurttaşlığını kaybetmiş, bilgi ağacından yemiş ve cennetten kovulmuş. Kendi dünyasında güçlüdür ama gücüne lanet okur çünkü onu, ruhunun uyumuyla, masumiyetiyle, hayatın kucağındaki rahatlığıyla satın almıştır.

Evren tarafından ihanete uğramış, şaşkınlık ve endişe içinde görülerle orada dikilmektedir. Hayvanlar da gök gürültüsü ve aslanın pençesi altında endişeyi bilirler. Ama insan yaşamın kendisi için, aslında kendi varlığı için kaygı duyar. Hayat—hayvanlar için güçlerin oyununu, tekdüzeliği, oyunu ve açlığı hissetmek ve sonunda gereklilik önünde eğilmektir. Bir hayvanda acı çekmek kendisiyle sınırlıdır; insanlardaysa birikir ve dünya ile yaşam için kaygıya dönüşür.

Çocuk yaşam nehrinde yolculuğuna başladığı andan itibaren, ölüm şelalesinin uğultusu vadiyi doldurur, her zaman daha yakına gelir; kemirdikçe kemirir çocuğun mutluluğunu. İnsan yeryüzüne bakar ve o büyük bir akciğer gibi nefes almaktadır; nefes verdiğinde gözeneklerinden narin ve zarif bir yaşam fışkırır ve tüm canlılar güneşe kollarını uzatır; ama nefesini içine çektiğinde, kırılgan ruhların hışırtısı kalabalığın arasından geçer ve cesetleri dolu sağanağı gibi yere vurur. İnsan sadece kendi günlerinin sayısını da görmedi, mezarlıklar onun gözleri önünde serildi ve groteskçe çürümüş kadavraların çığlıkları, batık bin yılın ıstırabı ona çarptı; anneliğin hayalleri, yeniden toprağa gömüldü. Geleceğin perdesi aralandı ve ona sonsuz tekrarlardan oluşan bir kabusu, organik maddelerin anlamsız israfını gösterdi.

İnsanlığın milyarlarcasının acısı, empati kapısından ona geçer; her olay, en değer verdiği ilke olan adalet talebiyle alay eder. Ana rahminde yaratılışını görür, elini uzatır ve beş dalı olduğunu görür. Bu lanetli beşli nereden geliyor ve bunun onun ruhuyla ne ilgisi var? Basitçe, artık kendisiyle bir değildir; dehşet içinde vücuduna dokunur: bu sensin ve bir yere kadar uzanıyorsun, daha uzağa değil. Kendi içinde bir yemek taşır, dün kendi iradesiyle özgürce koşuşturan bir hayvandı, şimdi onu özümsemekte, kendisinin bir parçası haline getirmektedir; o nerede başlar ve nerede biter? Olaylar neden-sonuç dizileriyle birbirine karışır ve yakalamaya ve tutmaya çalıştığı her şey, araştıran düşüncelerinin önünde eriyip gider. Çok geçmeden her şeyin arkasında bir mekanizma görür, hatta bir zamanlar çok değer verdiği sevgilisinin gülümsemesinin arkasında bile—başka gülümsemeler de vardır, yırtık bir çizmenin arasından bakan ayak parmakları. Sonunda şeylerin doğası sadece kendi doğasıdır, kendisinden başka hiçbir şey yoktur, her yol kendisine döner, dünya kendi sesinin hayaletimsi bir yankısından başka bir şey değildir—bir çığlıkla ayağa fırlar ve iğrenç yemeğiyle birlikte, kendini yeryüzüne kusmak ister, deliliğin yaklaştığını hisseder ve bunu yapma gücünü bile kaybetmeden önce kendini öldürmeye çalışır.

Ama ölümden bir an uzakta durduğu için, ölümün özünü de görür ve atacağı adımın kozmik anlamını da görür. Yaratıcı hayal gücü, ölümün kapısının ardındaki yeni, ürkütücü olasılıkları şekillendirir ve ölümde bile kaçış olmadığını anlar. Artık en sonunda kozmik durumunun ana hatlarını çizmeye başlayabilir: o, evrenin çaresiz tutsağıdır, isimsiz olasılıklara mahkum edilebilmesi için tutulmaktadır.

O andan itibaren kendini kronik bir panik halinde bulur. Böyle bir “kozmik panik” her insan zihni için temeldir. Bu açıdan tür, yok olmaya mahkum görünmektedir çünkü hayatı korumaya ve sürdürmeye yönelik her türlü çaba, kişinin bütün dikkati ve enerjisi içsel varlığının yıkıcı baskısını savuşturmasında gerektiğinden, sakat kalmaktadır. Bir türün tek bir yetinin aşırı gelişmesi nedeniyle yaşama uygun olmaması, yalnızca insanın başına gelmiş bir trajedi değildir. Örneğin bazıları, belirli bir geyik türünün bir zamanlar yeryüzünde yaşadığını, ancak çok büyük hale gelen bir dizi boynuz nedeniyle soyunun tükendiğini iddia ediyor. Ne de olsa mutasyonlar kördür, çevreye uyumları hiç düşünülmeden hayata atılırlar.

İnsan bunalımlı ve kaygılı olduğunda, insan zihni, tüm ihtişamıyla taşıyıcısını ağır ağır yere deviren boynuzlar gibidir.

III

Öyleyse neden insan ırkı uzun zaman önce büyük, şiddetli delilik salgınlarında yok olmadı? Duyarlılıkları onlara dayanabileceklerinden fazlasını gösterdiği için hayatın baskısına yenik düşen neden bu kadar az insan var?

Türümüzün ruhani tarihi ve şu anki durumu düşünüldüğünde şu yanıt ortaya çıkıyor: Çoğu insan bilinçlerini yapay bir şekilde aşağı indirerek kendilerini kurtarmayı başarıyor.

Büyük boynuzlu geyik zaman zaman muhteşem başlığının en dıştaki dişlerini kırmayı başarsaydı, dünyayı biraz daha uzun süre gezebilirdi. Ateşli, sürekli ıstırap içinde, doğru; ama aynı zamanda özüne, temel özelliğine ihanet ederek, çünkü yaratıcının elinden tarladaki tüm hayvanların üzerinde boynuzlu sancaktar olmak için bir görev almıştı. Devam eden varoluşta kazandığını, anlamda, varoluşsal gururda kaybederdi; umutsuz bir yaşam, kendi özünün doğrulanmasına değil, geçmiş onayın yıkıntılarına doğru bir yürüyüş, kanının kutsal iradesine karşı kendi kendini yok eden bir yarış olurdu.

Yaşamın amacı ve yaşamın kendi kendini yok etmesi hem dev geyik hem de insan ırkı için ortaktır; bu onların trajik paradoksudur. Kendi özüne sadık olan son Cervus giganticus, türünün standartlarını sonuna kadar taşıdı. İnsan kendini kurtarıyor ve devam ediyor. İronik bir şekilde, insanın hayatta kalması, onun tehlikeli bilinç fazlasının az ya da çok bilinçli bir şekilde bastırılmasıyla mümkün olmaktadır. Bu bastırma, hangi açıdan bakılırsa bakılsın, süreklidir; uyanık ve aktif olduğumuz sürece devam eder ve sosyal uyum ve popüler olarak “sağlıklı” ve “normal” davranış olarak adlandırılan davranış için bir koşul haline gelir.

Bugünün psikiyatrisi, bu sağlık ve uyumun kişinin arzu edebileceği en yüksek hedef olduğu varsayımı altında çalışmaktadır. Depresyon, kaygı, yemek yemeyi reddetme vs. istisnasız olarak patolojik bir durumun işaretleri olarak alınır ve buna göre tedavi edilir. Bununla birlikte, çoğu durumda, bu olgular, hayatın neyle ilgili olduğuna dair daha derin, daha doğrudan bir deneyimin göstergeleridir, her antibiyolojik eğilimin temelinde yatan zihin veya duygu dehasının acı meyveleridir. Hasta olan ruh değil, ya başarısız olan ya da -doğru bir şekilde- insanın en güçlü armağanına ihanet olarak görüldüğü için kendisinden vazgeçilen savunma mekanizmasıdır.

Gözlerimizin önündeki tüm yaşam, en derinlerinden en dış kenarlarına kadar çaprazlama bir bastırma mekanizmaları ağıyla örülmüştür ve günlük hayatın en önemsiz yönlerinde onların izlerini takip edebiliriz. Bu mekanizmalar neredeyse sonsuz renkli çeşitliliğe sahiptir, ancak doğal olarak her türlü kombinasyonda meydana gelen en azından dört ana tipi belirtmek haklı görünmektedir: izolasyon, bağlanma, saptırma ve sublimasyon.

İzolasyon derken, rahatsız edici ve yıkıcı düşünce ve duyguların tamamen keyfi olarak reddedilmesini kastediyorum. Kendilerini korumak amacıyla mesleğinin sadece teknik yönüne bakan doktorlarda, tamamen gelişmiş ve neredeyse vahşi bir izolasyon gözlemlenebilir. Ayrıca, hayatın trajik yanlarına karşı her türlü hassasiyeti şiddetle defetmeye çalışmak için, sıradan haydutlarda veya tıp öğrencilerinde saf adiliğe çürüyebilir (örneğin, kadavraların kafalarıyla futbol oynamak).

Günlük sosyal hayatımızda, izolasyon, varoluşsal durumumuzu birbirimizden gizlemek için evrensel, yazılı olmayan anlaşmalar yoluyla kendini gösterir. Bu gizleme, çocukları yeni başladıkları hayatın anlamsız kılınmasından kurtarmak, yanılsamalarını kaybetmeyi kaldırabilecek kadar güçlenene kadar korumak için başlar. Buna karşılık, çocukların zamansız seks, bok ve ölüm imalarıyla ebeveynlerini utandırmaları yasaktır. Yetişkinler arasında “uygun” davranışlarla ilgili kurallar vardır ve bunları, sokaklarda ağlayan bir adam polis tarafından götürüldüğünde çok açık bir şekilde görürüz.

Bağlanma mekanizması, ebeveynlerin, evin ve mahallenin çocuk tarafından doğal karşılandığı ve ona bir güvenlik duygusu verdiği erken çocukluktan itibaren iş başındadır. Güvenli deneyimlerin bu kucaklayıcı halkası, hayatımızın geri kalanında tanımaya başladığımız “kozmosa” karşı ilk ve belki de en başarılı korumadır ve bu deneyimlerde, çok tartışılan “çocuk bağı” olgusunun bir açıklaması yatar. Bu bağların aynı zamanda cinsel olup olmadığı da bu açıdan önemsizdir. Çocuk daha sonraki yaşamında bu güvenli bağlanmaların bile diğerleri kadar tesadüfi ve gelip geçici olduğunu keşfettiğinde, bir şaşkınlık ve endişe krizi yaşar ve hızla yeni bağlar arar (örneğin, “Önümüzdeki sonbahar üniversiteye gidiyorum!”). Herhangi bir nedenle yeni bağlanma “oturmazsa”, kriz ya yaşamı tehdit edebilir ya da benim “bağlanma felci” dediğim şeye dönüşebilir: kişi ölü değerlerine tutunur ve onların yetersizliklerini ve kendi ruhsal iflasını, kendisinden ve başkalarından saklamaya çalışır. Sonuç, kalıcı güvensizlik, aşağılık duyguları, aşırı telafi, sinirliliktir. Durum analiz edilebildiği ölçüde, psikanalitik tedavi için bir nesne haline gelir ve bu sayede kişi yeni bağlanmalara başarılı bir şekilde geçiş yapmaya çalışır.

Bağlanma, bilincin değişen kaosu içinde sabit noktalar ya da etrafında bir duvar oluşturma girişimi olarak görülebilir. Bu genellikle bilinçsiz bir süreçtir, ancak bazen, örneğin kendine bir tür hedef, yaşamak için bir neden belirleme girişiminde olduğu gibi, oldukça bilinçlidir. Genellikle yararlı bağlılıklara sempatiyle bakılır ve bağlılıkları (şirketleri veya projeleri) için her şeyini verenler, geri kalanımız için rol modeli olarak sunulur. Bu kahramanlar hayatın yok oluşuna karşı güçlü bir siper kurmayı başarmışlardır ve diğerlerinin de onların örneğinden faydalanması beklenir. Ehlikeyifler bile yerleşir, evlenir ve çocuk sahibi olur deriz—gerekli duvarlar otomatik olarak örülür. Hayatımıza belirli bir gereklilik yerleştiririz, daha önce bir kötülük gibi görünen şeyi, yalnızca yıpranmış sinirlerimiz için bir merhem, yavaş yavaş güvensizlikle doygun hale gelmiş yaşam duygusu için yüksek duvarlı bir kap olarak memnuniyetle karşılarız.

Her sosyal birim, temel kültürel düşünce biçimlerinin sağlam kirişleri üzerine inşa edilmiş geniş, yuvarlak bir bağlanma sistemidir. Sıradan insan, bu paylaşılan kültürel kirişlerle idare eder, kişiliği neredeyse kendi kendini inşa eder. Kişiliğimiz gelişmeyi durdurmuş ve miras alınan kültürel temellere dayanmaktadır: Tanrı, kilise, devlet, ahlak, kader, yaşam yasaları, gelecek. Bir norm, taşıyıcı kirişlere ne kadar yakınsa, onu bozmak o kadar tehlikelidir. Kural olarak, bu birbirine yakın normlar, yasalar ve ceza tehditleri tarafından korunur—Engizisyon, sansür, muhafazakar tutumlar vb.

Bir normlar zincirindeki herhangi bir halkanın gücü, ya onun kurgusal doğasını görmememize ya da kurgu olduğunun farkında olmamıza rağmen herkesin bunun gerekli bir norm olduğunu kabul etmesine bağlıdır. Bir örnek, çocukları toplumsal olarak kabul edilen normlara göre hareket etmeye zorlama dışında başka bir yol görmedikleri için, ateistler tarafından bile desteklenen, okullardaki din eğitimidir.

Bağlantının yanıltıcı doğası veya gereksizliği birileri tarafından algılanır algılanmaz, eski normları yenileriyle değiştirmeye çalışırlar (“Gerçeklerin sınırlı bir yaşam süresi vardır” diye bir söz vardır)—ve bu, tüm manevi ve kültürel iç-çatışmanın nedenidir ve ekonomik rekabetle birlikte, dünya tarihinin dinamiğini oluşturur.

Maddi nesneler ve güç için ihtiras, hiç kimse aynı anda birden fazla sandalyeye oturamayacağından veya kaldırabileceğinden daha fazlasını yiyemeyeceğinden, servetin doğrudan faydasından pek kaynaklanmaz. Büyük servetin gerçek değeri, zenginlerin, emirlerinde çok daha çeşitli olası bağlılıklar veya dikkat dağıtıcı şeylere sahip olmalarıdır.

Hem bireysel hem de toplu bağlılıklar için, norm zincirindeki bir kırılma, temel sosyal normlara ne kadar yakınsa o kadar ciddi bir krize yol açar. Kişinin dış duvarlarla korunan içsel benliğinde, günlük krizlerle karşılaşılır, ancak bunlar yaşamı tehdit eden felaketlerden daha çok, küçük hayal kırıklıklarıdır. Burada, hafif küfürler, “sosyal” içicilik, kaba davranışlar vb. sayesinde kişi onlarla alay edebilir. Ancak bu oyunları oynamak, farkında olmadan kişinin koruyucu duvarlarındaki zayıf bir noktayı çok derince kazıyabilir ve genişleyen boşluğa bir delik açabilir. Durum, göz açıp kapayıncaya kadar, tasasız bir muziplikten ölüm dansına dönüşebilir. Varoluşun dehşeti yüzümüze bakar ve afallamış bir nefesle, zihinlerimizin kendi ördükleri bir ağ tarafından asılı kaldığını ve aşağıda cehennemin uçurumunun açıldığını fark ederiz.

Kültürümüzü destekleyen en temel kirişler, bir reform veya devrim sırasında olduğu gibi, büyük bir toplumsal spazm ve topyekun bir toplumsal çözülme tehdidine yol açmadan ancak nadiren değiştirilebilir. Böyle zamanlarda birey kendi kaynaklarına geri döner, kendi bağlılıklarını geliştirmesi gerekir ve bunu başarabilecek çok az kişi vardır. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Alman subayları için olduğu gibi, sonuç depresyon, kargaşa ve intihardır.

Sistemdeki diğer bir zayıflık, tüm cephelerdeki çeşitli tehlikeleri yenmek için çok farklı savunmalar kullanmak zorunda olunmasıdır. Bu siperlerin her biri kendi mantıksal üst yapısıyla birlikte gelir ve bunun talihsiz sonucu, ölçülemez değer kümeleri arasında kaçınılmaz olarak çatışmaların ortaya çıkmasıdır. Üst yapılar çarpışır ve ortaya çıkan çatlaklardan umutsuzluk sızar. O zaman kişi ahlaksız bir yıkıcılığa, tüm yaşam destek sistemini parçalama arzusuna kapılabilir ve neşeli bir dehşet içinde tüm pisliği süpürüp atmaya çalışabilir. Dehşet, tüm rahatlatıcı normların kaybından kaynaklanır; neşe, varlığımızın en derin kabulüyle – biyolojik geçiciliğiyle, ölüme eğilimiyle – amaçsız özdeşleşme ve uyumdan kaynaklanır.

Bağlılıklarımızı seviyoruz çünkü onlar bizi kurtarıyor; ama özgürlük duygumuzu engelledikleri için onlardan da nefret ederiz. Bu yüzden, kendimizi yeterince güçlü hissettiğimizde, bir araya gelip çağdışı bir değeri kilise çanlarının cenaze çanlarına gömmek bir zevktir. Maddi nesneler burada sembol olarak kullanışlıdır ve bu törenlere bazen “radikalizm” ifadeleri denir. Birisi görebildiği tüm bağlılıklarını öldürdüğünde, kendisine “özgürleşmiş” bir adam der.

Saptırma, üçüncü bir popüler savunma mekanizmasıdır. Oyalamayla, görüş alanımızı sürekli bir yeni izlenim akışıyla meşgul ederek, kabul edilebilir sınırlar içinde tutarız. Bu, çocuklukta tipik bir kaçmadır; oyalanma olmadan bir çocuk kendine katlanamaz—ortak şikayete tanık olun, “Anne, yapacak bir şey yok!” Norveç’te akrabalarını ziyaret ederken tanıştığım küçük bir İngiliz kız sürekli odadan içeri girer ve “Neler oluyor?” diye sorardı. Bebek bakıcıları eğlencede ustalaşırlar: “Bak evladım, gördün mü? Şatoyu yeniden boyuyorlar!” Bu olgu, daha fazla açıklama gerektirmeyecek kadar iyi bilinmektedir. Saptırma, yüksek sosyetenin tüm yaşam tarzıdır. Bu, topraktan yapılmış, ancak kendi kendine yeten bir enerjiyle, enerji korunduğu sürece kendini havada tutabilen bir uçağa benzetilebilir. Her zaman ileriye doğru hareket etmeli çünkü hava onu ancak bir an için destekleyebilir. Pilot alışkanlıktan dolayı tembelleşebilir ve güvenli hale gelebilir, ancak motor tekleme yaptığında kriz şiddetlenir.

Oyalama taktikleri genellikle oldukça bilinçlidir. Dikkatimizi sürekli olarak kendimizden uzaklaştırmalıyız çünkü umutsuzluk yüzeyin hemen altında, bir nefes almada veya ani bir hıçkırıkta yatabilir. Tüm olası oyalamalar tükendiğinde, bir tür “huysuzluğa” veya aksiliğe kapılırız. Bu, hafif bir surat asmadan ölümcül bir depresyona kadar değişir. Kadınlar, kural olarak, varoluşsal durumlarıyla daha barışık görünürler ve kaygılarını eğlence yoluyla yatıştırma olasılıkları daha yüksektir.

Aslında, hapis cezasının temel bir yönü, mahkûmun oyalama fırsatlarının çoğunun reddedilmiş olmasıdır. Ve kendini endişeye karşı korumanın birkaç başka yolu olduğundan, mahkumların çoğu sürekli olarak tam bir umutsuzluğun eşiğindedir. Bu çaresizliği savuşturmak için bulabildiği her önlem, hayatın kendisini korumaya yönelik bir girişim olarak haklı çıkar; çünkü ruhunu evrende tek başına deneyimlediği andan itibaren, varoluşun kategorik imkansızlığından başka görülecek bir şey yoktur.

Saf, katıksız umutsuzluk, “yaşam paniği” muhtemelen hiçbir zaman tam olarak gerçekleşmeyecek, çünkü savunma mekanizmaları karmaşık, otomatik ve bir dereceye kadar sürekli çalışıyor. Ancak umutsuzluğun yakınındaki tehlikeli bölge aynı zamanda bir tür ölüm bölgesi olabilir ve onda yaşam ancak büyük baskı altında devam edebilir. Arkasında pusuya yattığı varsayılan hayaletlere rağmen ölüm her zaman bir çıkış yolu sunar; ve kişinin ölümle ilgili hisleri şartlara göre değiştiğinden, ölüm bölgesindeki yaşamdan hoş bir kaçış gibi bile görünebilir. Hatta bazı insanlar, son bir oyalama olarak “uygun bir ölüm” – çınlayan ağıtlar, şanlı bir son direniş, tüm o hikayeyi – oluşturmayı başarır, bu nedenle gerçekten “ölümden daha kötü kaderler” olabilir. Nazik ölüm ilanları olan gazeteler bu durumda bir sosyal baskı mekanizmasıdır (bu sefercik) çünkü gerçekten umutsuzluktan kaynaklanan bir ölüm için yatıştırıcı bir açıklama bulmayı her zaman başarırlar; örneğin, “Merhumun emtia piyasasında buğday fiyatlarının aniden düşmesi nedeniyle intihar ettiği düşünülüyor.”

Bir insan çaresizlik içinde kendini öldürdüğünde, bu, manevi sebeplerden kaynaklanan tamamen doğal bir ölümdür. O halde, merhumun “itibarını korumaya” çalışmanın modern barbarlığı, varoluşun doğasına dair korkunç bir yanlış anlamadır.

İş değişikliği, sosyal yaşam değişikliği veya rahatlama biçimlerindeki değişiklik gibi durumlarda gerçekleşen, keyfi, anlamsız değişikliklerden çok az insan kurtulabilir. “Ruhsal olarak gelişmiş” insanların çoğu, bu değişikliklerin bir tür süreklilik, yön veya ilerlemeye sahip olmasını talep eder. Onlar için hiçbir durum nihai olarak tatmin edici olamaz, her zaman bir adım daha ileri gitmeli, yeni bilgiler toplamalı, kariyer peşinde koşmalı vs. Bu insanlar, sınırları aşmak, hayattan daha fazlasını talep etmek için karşı konulamaz bir özlem, asla tatmin olmayan, huzursuz bir hırstan mustariptirler. Kişinin önceki hedefine ulaşıldığında, bu yalnızca daha yüksek bir hedefe atılan bir adım olur—aslında hedefin kendisi önemsizdir; önemli olan özlemin kendisidir. Kişinin hedefinin mutlak yüksekliği, bir an için kendini bulduğu yere kıyasla ne kadar yüksek olduğundan daha az önemlidir; önemli olan özlemin marjinal derecesidir. Erden onbaşıya terfi genellikle teğmenlikten generalliğe terfi etmekten daha önemlidir. Buna göre, bu “marjinal olarak artan talepler yasası”, “ilerlemenin” tatmin edici olacağına dair her türlü umudu yok eder; ilerlemenin sonu yok. O halde insanın özlemi, sadece bir şeye özlem duymak değil, aynı zamanda şu anda nerede olursak olalım bir şeyden kurtulmaya da özlem duymak demektir. Ve “kurtarma” veya “kurtuluş” kelimesini dini anlamında kullanırsak, bunun tam olarak dini deneyimi karakterize eden şey olduğu açık hale gelir. Hiç kimse dinde neyi özlediğini açıklamayı başaramadı, ancak neden kaçmaya çalıştıkları çok açık—bu dünyevi gözyaşı vadisinden, kişinin savunulamaz varoluşsal durumundan. Ve bu durumun farkına varmak ruhumuzun ulaşabileceği en büyük hakikat ise, dinin neden insanoğlunun temel bir ihtiyacı olarak görüldüğü de açıktır. Bununla birlikte, yukarıdakilerin ışığında, Tanrı’nın varlığına dair nihai bir doğrulama olabileceği umudu tamamen boş görünüyor.

Dördüncü savunma mekanizması olan sublimasyonun işleyiş biçimi, bastırmadan çok dönüştürmedir: yaratıcı yetenek ya da sarsılmaz gösterişle, kişi hayatın ıstırabını hoş deneyimlere dönüştürebilir. Kişi, hayatın kötülüklerini olumlu bir tavırla ele alır ve bu, onları faydalı deneyimlere dönüştürebilir. Örneğin dramatik, kahramanca, lirik ve hatta komik yönlerini yakalar ve böylece içlerindeki dehşeti yok eder.

Sublimasyon, ancak, bu kötülükler en acı anlarını çoktan yitirdikleri sürece veya umutsuzluk parmaklarını sımsıkı bir şekilde insanın zihnine sokmadan önce kişi onları sublime etmeyi başardığı sürece işe yarar. Örneğin dağcılar, güzel ve sağlam bir boşluğa ulaşana kadar altlarındaki mide bulandırıcı uçuruma bakmaktan zevk almazlar. Ancak o zaman, maruz kaldıkları durumun tadını çıkarabilirler. Trajedi yazarları başka bir örnektir: bir trajedi yazmak için kişi önce trajedinin özünden kurtulmalı ve ona ihanet etmeli ki, ona sakin ve mesafeli bir şekilde bakabilsin, estetik niteliklerini takdir edebilsin. Trajedi yazarken, insan bir durumdan diğerine ve giderek daha da kötüsüne dans edebilme lüksüne sahiptir; yazarın ulaşabileceği yüksekliklerin gerçekten de sonu yok; bir bakıma oldukça utanç verici. Yazar, egosunu sayısız çaresiz durumda kovalıyor, durum daha da kötüleşirken neşeyle izliyor, (güvenli bir mesafeden) bilincin kendini yok etme gücüyle övünüyor.

Bu makale aslında klasik bir sublimasyon örneğidir. Tehlikeli konusuna rağmen, bu yazar hiç acı çekmiyor; o sadece kağıt parçalarını kelimelerle dolduruyor ve muhtemelen yazısı için para alacak.

IV

Sözde “ilkel” insanların tüm bu felsefi spazmlar ve jimnastikler olmadan hayatı yönetmeleri mümkün müdür? Çalışmanın ve aşkın kesintisiz zevklerinde, kendileriyle uyum içinde yaşamaları mümkün müdür? Bu varlıklara insan denecekse, bence cevap hayır olmalı. Doğanın bu çocukları hakkında söylenebilecek en fazla şey, onların güzel biyolojik ideale biz şehirli insanlardan biraz daha yakın olduklarıdır. Üzücü varoluşumuza rağmen kendimizi kurtarmayı başarmış olmamız, çoğunlukla doğamızın pek veya uygun şekilde gelişmemiş yanlarından kaynaklanmaktadır. Şimdiye kadarki başarılı savunmamız elbette insan hayatı yaratamaz, sadece yok oluşunu geciktirir. Yine de en olumlu özelliklerimiz, bedenimizin güçlü yanlarını ve ruhumuzun biyolojik olarak faydalı olan kısmını doğru kullanmaktır. Ve bu özellikler katı koşullar altında işlemelidir— duyularımızın sınırlamaları, bedenlerimizin kırılganlığı ve enerji gerektiren, bedenlerimizi tek parça halinde tutma ile şefkat ihtiyacımızı tatmin etme görevi.

Ve işte büyüyen uygarlığımız, onun teknolojisi ve standardizasyonu tarafından böylesine kabaca göz ardı edilen tam da bu koşullar, mutluluğa yönelik dar olasılıklar yelpazesidir. Ve en iyi biyolojik yeteneklerimizin büyük bir kısmı çevreyle oynadığımız modern, karmaşık teknolojik oyunda gereksiz olduğundan, artan manevi işsizliğin kurbanları oluyoruz. Bu nedenle, teknolojik ilerlemelerin insan yaşamı için değeri, artan ruhsal etkinliği sağlama yeteneklerine göre değerlendirilmelidir—bize bu etkinlikleri uygulama fırsatı veren doğayı aynı zamanda yok etmeden. Uygun teknolojik gelişmenin sınırları belirsiz, ancak en eski çakmaktaşı kazıyıcıların iyi bir keşif olduğunu söyleyebilirim.

Diğer her bir teknolojik yenilik, mucidin kendisi için herkesten daha değerli olmuştur. Başkalarının deneyimlerine yönelik olasılıklardan büyük ve acımasız bir hırsızlığı temsil ederler ve bunları değerlendirmek için kurulmuş bir kurumun boşluğuna denk gelir de kamuya açıklanırlarsa, en katı cezalarla cezalandırılmaları gerekir. Bu türden pek çok suç arasından bir suç, bilinmeyen bölgeleri haritalamak için uçakların kullanılmasıdır. Başkalarının deneyimleri için muazzam derecede zengin olasılıklar bir anda yok edilir, ortak çıkar için güven içinde tutulabilecek deneyimler, öyle ki herkes kendi çabalarının ardından keşif sevincini yaşayabilirdi.

Küresel yaşam ateşi şu anda, ruhsal olarak gelişen deneyimler olasılığının sürekli olarak yoksullaşmasıyla karakterize ediliyor. Deneyimi yerine getirmek için biyolojik olarak doğal olasılıkların yokluğu, eğlencelere, rekabetçi sporlara, radyoya—”zamanın ritmi” gibi kitlesel eğlencelere kaçışla kanıtlanmaktadır. Bağlanmalar kötü bir durumda—tüm miras alınan kültürel bağlar eleştiri tarafından deliklerle dolduruldu ve aynı deliklerden korku, endişe, şaşkınlık ve umutsuzluk akıyor. Komünizm ve psikanaliz, başka açılardan farklı olsalar da, eski savunma mekanizmasının yeni versiyonlarını inşa etmeye çalışıyorlar: sırasıyla şiddet ve kurnazlıkla, insanların hayatın istikrarsızlığına dair fazla içgörülerini azaltarak faydalı hale getirmek için.

Bu yöntemlerin ikisi de esrarengiz bir şekilde mantıklı. Ancak bu girişimler bile sonunda başarısız olacaktır. Pratik olarak yararlı olan daha düşük bir bilinç düzeyine yönelik amaçlı bir yozlaşma, ırkı kısa bir süre için kurtarabilir, ancak insan doğası bu şekilde olduğundan, böyle bir teslimiyette veya herhangi bir teslimiyette kalıcı barış bulamayacağız.

V

Bu düşünce silsilesini sonuna kadar takip edersek, şu sonuca varmak kaçınılmazdır: insanlık, biyolojik olarak dünyayı fethetmek için önceden kaderimizin belirlendiğine dair korkunç bir yanılgıya kapıldığı sürece, yaşam kaygımızı hafifletmek mümkün değildir. Yeryüzündeki insan sayısı arttıkça, manevi atmosfer daha da sıkılaşacak ve savunma mekanizmaları daha da acımasız hale gelmek zorunda kalacak.

Ve kurtuluş, kefaret ve yeni bir Mesih hayal etmeye devam edeceğiz. Ancak birçok kurtarıcı pazar yerinde ağaçlara çivilenip taşlanarak öldürüldükten sonra, son Mesih ortaya çıkacaktır.

Diğer tüm insanlardan önce ruhunu çırılçıplak soymaya ve kendini tamamen bizim en derin sorgulamamıza, hatta yok etme fikrine teslim etmeye cesaret eden bir adam ortaya çıkacak. Hayatı kozmik bağlamında kavramış ve ıstırabı dünyanın ıstırabı olan bir adam. Ama sesi dünyayı bir kefen gibi örttüğünde ve o tuhaf mesajı ilk ve son kez duyulduğunda, dünyanın bütün insanlarından böylesine yükselen bir feryat, onun bin kat infaz edilmesi için ona hücum edecek:

Birçok âlemde hayat akıp giden bir ırmak gibidir fakat bu âlemde hayat durgun bir su birikintisi ve durgun bir su gibidir.

Alnında yok olma işareti yazılı. Kenarda ne kadar süre oyalanacaksınız? Ama bir zafer ve bir taç, bir kurtuluş ve bir cevap vardır:

Kendinizi bilin; verimsiz ol ve senin vefatından sonra dünyada barış olsun.

Ve bu sözleri söyledikten sonra, başlarında ebeler ve sütanneler olmak üzere üzerine çullanacaklar ve onu tırnaklarının altına gömecekler. O son Mesih’tir. Babadan oğula, su birikintisindeki okçudan geliyor.

Yorum bırakın