Bleach Karakter Analizi: Üstün İnsan Aizen

Aizen Sōsuke… bu ismi yıllardır sürekli duyduk. Kimilerimiz hayranlıkla ona tapındı, kimilerimiz onun hayranlarından bıkıp feryat ettiler, kimileri kendisinden nefret etti, kimileri onu bir tanrı seviyesine yükseltti. Bleach hakkında yazıp da, bu kadar büyük bir figürü es geçmek gibi bir durum olmazdı. Zaten beni bu yazıyı yazmaktan uzun süre alıkoyan, ilgimi çekmemesi değil, tam tersine hakkını vermek istememdi. Daha önceki yazılarım da, oldukça uzun süren araştırmaların sonucudur fakat bu sefer daha bile fazla derine inmem gerekti. Bu kadar katmanlı ve serinin felsefesi açısından bu kadar merkezde bir figürü incelemek için de bunu yapmam gerekiyordu.

Müziği tekrara almak isteyebilirsiniz.

Ahlak

Aizen’i anlamak için, her şeyden önce filozof Friedrich Nietzsche’yi bilmek gerekiyor. Bu filozofu anlamadan, Aizen’i ve hatta Bleach’i tam anlamıyla anlamak mümkün değil. Bleach gibi çok katmanlı bir hikayenin, benim gözümde en katmanlı kötü adamı ve belki de karakteri Aizen’dir. Yazı boyunca pek çok felsefi kavram göreceksiniz ama merak etmeyin, hepsini gerektiği kadar açıklayacağım.

Öncelikle gözümüzü, Nietzsche’nin ‘Ahlakın Soykütüğü Üstüne’ isimli kitabına çeviriyoruz. Bu kitapta sunulan argümana göre, iyi ve kötü kavramlarının ortaya çıkışı hakkındaki geleneksel görüş yanlıştır. Yani “çoğunluğun yararına olan şeylere iyi dendi ve zamanla böyle oturdu” şeklindeki bakış yanlıştır. Nietzsche’ye göre, dünyamız belli bir noktada tersyüz olmuştur.

Nietzsche, burada İyi (Gut), Kötü (Schlecht) ve Şer (Böse) kavramlarını ayırıyor. Schlecht ve Böse kavramlarının ayrımı bu açıdan oldukça önemli. Türkçemiz bu konuda yetemiyor fakat Böse kelimesinin “ahlaki kötü” ve Schlect kelimesinin daha kapsayıcı, genel anlamda bir “kötü” olduğunu söyleyebiliriz.

Nietzsche’ye göre, çok eski zamanlarda soylu ve güçlü insanlar dünyadaki üstün tabakaydı. İyi kavramı, bu insanların kendilerine atfettiği özelliklerden ortaya çıkmıştı. Bu iddiasını kelimelerin kökenlerine bakarak destekliyor. “Soylu”, “asilzade” gibi kelimeler iyi olanı kastediyordu. Aynı zamanda birisini övmek için “ruhça soylu”, “asilzade”, “ruhça yüksek”, “ruhça ayrıcalıklı” gibi tanımlamalar yapılıyordu. Bunun aksine, kötü olanı tanımlamak için “bayağı”, “köylülük”, “alçak” gibi terimler kullanılmaktaydı. Örneğin, bahsettiğimiz Almanca sözcük olan Schlecht (kötü), diğer bir benzer kelime olan Schlichte (basit, gösterişsiz, sıradan) ile özdeştir. Nietzsche bu konuda, Almanca, Farsça, Slavca, Antik Yunanca’dan başka örnekler de veriyor.

Nietzsche hep rengi takip etmişti…

Özetle, güçlü olan kesim, kendilerine dair özellikleri iyi olarak nitelerken, bunlardan yoksun olanları kötü olarak niteliyorlardı. Kesinlikle bizim bildiğimiz anlamda “iyi”, yani insan hakları vb.ye önem veren kişiler değillerdi ama kötü addettikleri kişilere hınç da (ressentiment) duymuyorlardı. İşte her şeyin tersine dönmesi, bu duyguyla başlıyor.

Hınç

Nietzsche’ye göre, zayıf, rahip ruhlu ve bundan dolayı güçlü olan herkese ve her şeye karşı hınçla dolu olan büyük bir kitle vardı. Bu hınç dolu zayıf kitle, zaman içinde kendi ahlakını oluşturdu. Kendi zayıflıklarını iyilik olarak addederken, onların zıttı olan her şeyi, yani güçlü olanları ve güce dair her şeyi şer olarak değerlendirdiler.

Bunu, yırtıcı kuşlar ve kuzular arasındaki ilişkiye dair bir örnekle anlatıyor. Kuzuların “Bu yırtıcı kuş şerdir; kim en az bir yırtıcı kuşa benzer, onun tam tersi özellikler taşırsa, iyi olmaz mı?” diye sormalarına benzetiyor.

Böylelikle, Judeo-Hristiyan ahlakı doğuyor ve onunla beraber “iyi” ile “kötü” yer değiştiriyor. Nietzsche, bu sonradan gelen ahlakı, bir köle ahlakı olarak görmektedir çünkü bu yaklaşım, kendisini bağımsız bir şekilde ortaya koyan bir ahlak değildir.

“Her soylu ahlak, kendine zafer kazanmış bir biçimde ‘evet’ demekten gelişirken, köle ahlakı daha başında ‘dışta’ olana, ‘farklı’ya, ‘kendi olmayan’a ‘hayır’ der. Bu Hayır, onun eylemidir. Bu değer koyan bakışın tersine dönmesi.”

  • Ahlakın Soykütüğü Üstüne, s. 51, Say Yayınları, 5. baskı

Yani bu ahlak, sadece, daha güçlü olan bir efendiye karşı hınçla verilmiş bir cevaptır. Bu efendiye dair her şeyin zıttının iyi olarak addedilmesidir. Bağımsız bir düşünce değildir ve hınçla dolu bir aşırı telafi durumudur.

Aizen’in Ahlakı

Bu iyi-kötü ile iyi-şer olarak iki farklı ahlaki yaklaşım, aslında Aizen’in dünyaya bakış açısını açıklıyor.

Örneğin, Gin, Hiyori’yi ortadan ikiye ayırdıktan sonra Shinji, Hiyori’yi pembe bıyıklı Vaizard’ımıza emanet ediyor ve Ichigo gelene kadar onu canlı tutmasını söylüyor. Bunun üstüne, Aizen, Shinji’nin Ichigo’ya gerçekten güvendiğini belirtiyor. Shinji, Aizen’in güvenden anlamadığını söyleyince şu konuşma gerçekleşiyor.

“Güvenmek, birisine bel bağlamak ile aynı şeydir. Korkaklığın bir ürünüdür. Bizim için gereksiz,” diyor, Aizen.

“Bu kadar geniş bir çevreye sahip bir adamın bunu söylemesi ilginç bir şey. Altındakilerin sana güvenmesini söylediğini biliyorum,” diye yanıtlıyor, Shinji.

“Söylemiyorum. Ben halkıma bana güvenmelerini asla söylemedim. Benimle gelmelerini söyledim fakat hiçbir zaman, bana güvenmelerini söylemedim. Onlara, sürekli olarak, kimseye güvenmemelerini söylerim, ben dahil. Ne yazık ki, sadece birkaç tanesi benim tavsiyemi izleyecek güce sahip.”

Yukarıdaki konuşmada, Aizen’in ahlakının nasıl bir şey olduğunu görüyoruz. Kendisi, düşmanlarını kandırmaktan çekinmeyen bir kişi fakat onu takip edenlere asla ona güvenmelerini salık vermemiş, hatta tam tersini söylemiş. Bunun sebebi, güven denilen şeyi bir köle ahlakı olarak görmesidir. Birisine bel bağlamak, zayıflardan birisi olduğunuz anlamına geliyor ve Aizen zayıflığı hor görüyor. Hatta karakteri için güç istencinin çok önemli bir noktada olduğunu söylemek oldukça yerinde olur. Bu yüzden, kendi halkına böyle bir şeyi değil, tersini salık veriyor. Yani onlara, bir köle değil, efendi olmalarını tavsiye ediyor.

Zayıflığı hor görmesi, yukarıdaki konuşmanın devamında daha da belli oluyor.

“Bütün varlıklar üstündekilere güvenirler. Eğer kör bir şekilde izlemezlerse, hayatta kalamazlar. Ve bu güvenilen kişiler, yüklerini, kendilerinden yukarıda olanlara yüklemek için arayışa girerler. Daha yukarıda olanlar, yine daha da yukarıda olanlara yüklerler. Bütün krallar böyle doğar. Bütün tanrılar böyle doğar.”

Burada Aizen’in ahlak anlayışına dair oldukça önemli şeyler öğreniyoruz. Sıradan varlıkları -Nietzsche’nin yaptığı gibi- acınası, basit ve bayağı şeyler olarak görüyor.

İşin diğer bir boyutunda, “kölelerin”, yani sıradanların yarattığı bu ahlak sadece kendilerini yansıtmıyor, aynı zamanda daha güçlü kişilerin bu ahlaki görüşü içselleştirip onlara hizmet etmesini de sağlıyor. Lakin bu kişiler bile güçsüz kalıyor, böylelikle, güvenecekleri daha büyük bir figür arıyorlar. Bu noktada, Tanrı işin içine giriyor.

Nietzsche, Tanrı kavramını, yine bu sebeplerle oldukça eleştirmiştir. Onun bu dünyadan kaçış için bir aracı olduğunu ve tanrıya inancın bu dünyayı, içinde yaşayacağımızı kesin olarak bildiğimiz tek yeri, değersizleştirdiğini söylemiştir. Aizen de, kendi ahlakında, bu güvencin bir zayıflıktan doğduğunu ve bir kaçış olduğunu belirtiyor.

Burada küçük bir not çekerek, Bleach’deki tanrı kavramının biraz daha farklı olduğunu belirtmekte yarar var. Bizim dünyamızın aksine, Bleach’te varlığı açıkça gösterilebilir bir “tanrı” vardır. Ancak bu durum, Aizen’in ve Nietzsche’nin yaptığı eleştiriyi çok da değiştirmiyor.

Aizen’in Merhameti

Böylelikle, Aizen’in ahlak anlayışının başka bir kısmına geliyoruz: merhamete.

“Sen olmalıydın. Yapmam gereken bir şey vardı ve saklanmak zorundaydım. Bu yüzden ölümümü kurguladım ve seni–” derken Aizen, sözü yarıda kesiliyor.

“Önemli değil,” diyor, Hinamori. “Önemli değil. Hayatta olduğunu bilmek bile benim için yeterli.”

“Teşekkürler, Momo. Birlikte geçirdiğimiz zaman benim için çok hoştu,” diye buna karşılık veriyor, Aizen. “Teşekkürler, Momo. Çok teşekkürler.”

“Elveda.”

Diyebilirsiniz ki, yukarıdaki sahnenin merhametle ne ilgisi var? Bu, acımasızlığın ve hainliğin önde gidenidir! Bu, elbette sizin yargınızdır fakat daha sonra Aizen’in açıkladığına göre, Hinamori’ye yaptığı bu hareket kendi merhametinden doğan bir şeymiş. Hinamori’nin kendisi olmadan yaşayamayacağını biliyormuş ve bu yüzden onun hayatını sonlandırmaya teşebbüs etmiş.

Nietzsche’nin yaptığı iyi-kötü ve iyi-şer ahlaklarının ayrımı olmadan bakınca, bu saçma gelecektir. Lakin bu bakış açısıyla ele alındığında, oldukça yerine oturuyor. Örneğin, Aizen, Hinamori’yi bıçaklamadan önce ona birden fazla teşekkür ediyor ve böylelikle, kendince genç kadının gönlünü almış oluyor. Aynı zamanda, Hinamori’yi bıçakladıktan sonra yüzündeki ifade, sadist birinin takındığı bir şey değil. Üstelik Aizen’in o alaycı gülümsemesiyle ne kadar sadist şeyler yapabildiğini biliyoruz. Oysa, burada tam tersine, basbayağı somurtuyor.

Acımayla ilgili ikinci bir örnek olarak, Tōsen’in öldürülmesine geliyoruz.

Aizen, bu konu hakkında, Kendi Dünyandan Korkamazsın hafif romanında şunları söylüyor.

“Tōsen Kaname’yi kendi ellerimle öldürmüş olmamın sebebi, yenilmiş ve cezalandırılması gereken bir asker olması değildi. Benim merhamet anlayışımdı… O zamanki durumda, hem Inoue Orihime hem de Unohana Retsu’nun zamanla bölgeye geleceği ve Tōsen Kaname’yi kurtarmaya çalışacakları barizdi. Lakin sizlerin, böyle bir şeyin onun için ne demek olacağını anlayacağınızı sanmıyorum… Eğer Tōsen Kaname o şekilde yaşamaya devam etseydi, ona saplanmış olan çaresizliği eninde sonunda kabullenmesi gerekecekti ve kalbi tamamen çürüyüp gidecekti. Bu kadar güzel bir dirayetin sahibinin, umutsuzluk tarafından daha da boğulmasına izin veremedim. Bu sebeple, en sadık izleyicime merhamet (ölüm) bahşettim. Olan sadece budur.”

Aizen bunları söylediğinde bir savaşta olmadığını ve karşı tarafı provake etmeye çalışmadığını belirtmeliyim.

Böylelikle, bu ikinci örnekle, Aizen’in acıma anlayışı iyice belirgin hale geliyor. Genel yorumun aksine, ahlaksız olmadığı fakat farklı bir ahlak anlayışına sahip olduğu görülüyor.

Nietzsche bu tarz bir yaklaşımı, soyluların sıradan halka acıyarak bakması olarak belirtiyor. Bunu şöyle açıklıyor.

“Örneğin Yunan soyluluğunun aşağı tabakayı kendilerinden ayıran tüm sözcüklere yüklediği oldukça iyi niyetli ince ayrıntılar görmezlikten gelinmemeli: Onların nasıl da, sürekli olarak, bir çeşit acıma, hoşgörü, gözetme ile karıştırılarak tatlandırıldığını, en sonunda ise sıradan insanla ilgili tüm sözcüklerin ‘mutsuz’, ‘acınası’ olarak kaldığını unutmamalı.”

  • Ahlakın Soy Kütüğü Üstüne, s. 52, Say Yayınları, 5. Baskı

Aizen’in onu izleyen kişilere yönelik, “acımasız merhameti” de bu tarz bir özellik sergiliyor.

İlk Günah

Aizen’in ahlak anlayışını incelemeye devam ediyoruz ve onun kişiliğinin gelişiminde oldukça temel bir rol oynamış Soul Society’ye, özellikle onun yalanlarla dolu temeline ve İlk Günah’ına bakıyoruz. Kendi Dünyandan Korkamazsın romanının üçüncü cildiyle beraber gelen yeni bilgiler var. Bu roman dizisi, genel olarak önceki yazılarda dediklerimi doğruluyor ama kimi çok önemli değişiklikler de mevcut. Aşağıda önemli bir kısmın özeti var.

– Dünya ilk başta tam anlamıyla oluşmamış. Bir belirsizlik içinde ve ne hayat, ne de ölüm oluşmamış. İlerleme ve gerileme sürekli gerçekleşiyor. 100 milyon yıl sonra dünya “soğuyor”. Bir ileri bir geri olan bu dansın sonunda, Hollowlar ruh döngüsünün parçası haline geliyor.

– Ancak çok zaman geçmeden, Hollowlar insanları yemeye başlıyor. Döngü duruyor. Bütün o ruhlar devasa bir Menos oluşturuyor. Dünya tamamen durgun bir hale geliyor. Sanki dünya buna karşı çıkar gibi, yeni bir hayat oluşuyor. Oluşan bu hayat, devasa Menos’u yok ediyor ve onu reishi kumlarına dönüştürüyor.

– Özel güçleri olan başka kişiler de çıkıyor (Ichibe de bunların arasında) ama bunlar arasında Reiō en öne çıkan kişi. Gücü, kadir-i mutlaklığa ve mutlak bilgiye yakın (omniscience and omnipotent).

– Reiō, insanları korumak için Hollowları avlamaya devam ettikçe, dünya durgun hale geliyor. Dünya, kendisinin durgun hale gelmesini önlemek için, kaosa boğuluyor.

– Bu durumu uygun bulmayan, Soylu Ailelerin ataları olan beş kişi bir araya geliyor. Hepsinin farklı bir motivasyonu var.

Tsunayashiro atası, bu kudretli gücün bir gün kendisine karşı kullanılmasından korkuyor.

Muhalif olan diğer bir klanın atası, daha sonra ‘Cehennem’ olarak bilinecek olan ‘çukurun’ kapağı olma işlevi görecek bir dünya olması gerektiğini savunuyor.

Kuchiki atası, dünyayı daha da sabitleştirmek için yeni bir düzene ihtiyaç olduğunu düşünüyor.

Shihōin atası, durgun dünyayı geliştirmek için daha büyük bir döngü oluşturulması taraftarı oluyor.

Shiba atası, Hollowların da kalbi olduğu için, onları yok etmek yerine saflaştırmayı savunuyor.

– Motivasyonları farklı olsa da, ortak karara varıyorlar: dünyayı ayırmak. Bir düzen dünyası, bir yürütme dünyası (implementation) ve her iki taraftan Hollowların geleceği bir kum cenneti.

– Belki diğer bir dünya da doğabilirmiş ama kesin olan tek şey, yaşayanların dünyası ile ölülerin dünyasının ayrılması.

– Reiō bağlanıp bir kristale konuluyor. Reiō’nun Almighty gücü sayesinde Soul Society, Materyal Dünya ve Hueco Mundo oluşturuluyor. Ruh Döngüsü yeni bir çağa giriyor.

– Reiō’nun kendisi bu duruma herhangi bir direniş göstermemiş. Çok uzak geleceği görebildiğinden mi, korkusuna yenik düştüğünden mi, yoksa bu yeni dünyaya dair umudu olduğundan mı… sebebini kimse bilmiyor.

– Tsunayashiro atası, bu direnmemezlikten bile şüphe ediyor. Bu korkusu sebebiyle, Reiō’nun ‘Durağanlık’ Sağ Kolu ve ‘İlerleme’ Sol Kolu koparılıyor.

– Bu da yeterli olmuyor ve ardından, atalar, kalbini ve iç organlarını söküp çıkarıyorlar ve iki bacağını da koparıyorlar. Böylelikle gücünü yok ediyorlar ve sadece kendilerine uygun bir kral yaratıyorlar.

– Ichibe’ye göre, zayıflamış olsa bile, Reiō’nun hala bir iradesi varmış. Ona göre, Ichigo’yu Ruh Sarayı’na getiren bu irade olmuş. “Eğer kemikler Ōken’se, ruhunun bir parçası da Reiryoku’ya emanet edilmiş.”

– Uzun zaman önce, Reiō’nun sağ ve sol kolu tekrar yollarını bularak ona gelmişler. Sağ Kol’a, Soul Society’de bu dünyanın koruyucusu olarak tapınılmaya başlanmış. Sol Kol ise Yhwach’ın altında bir Quincy olmuş ve eski dünyayı geri getirmeye çalışmış.

– Shiba atası, Tsunayashiro atasına, Reiō’ya yaptıklarından dolayı isyan etmeye çalışmış. Reio yerine kendisini feda etmeyi denemiş ama başarısız olmuş.

– Shiba atası, bu hareketi yüzünden Tsunayashiro Ailesi tarafından tarihten silinmiş. Bizim tanıdığımız Kaien, kişilik olarak bu ataya benziyor.

– Metin, Ichibe’nin anlatımıyla, şöyle bitiyor.

“Fakat [Shiba atasının] soyundan gelen, Ichigo belirdi. Reiō’nun yerine geçmesi için gereken bütün özellikleri taşıyordu. Gerçekten tarihin tekerrür ettiğini düşünmüştüm. Belki de dünyanın onun gibi birisine ihtiyacı var.”

Keşiş’in hikayesi sona yaklaşırken, yeni gelenlerin soluk, küle dönmüş yüzlerini gördü. Birbirlerine gergince bakıyorlardı fakat Sıfır Takımı anlamıştı. Keşiş’in sözleri şöyle yorumlanabilirdi:

Shinigamilerin tarihi, sadece cinayetten çok daha vahşi günahlar üstüne kurulmuş ve bu suç, bugün bile hala işlenmeye devam ediyor.

Yukarıdaki kısım, üç dünya düzeninin kurulmasına tanıklık etmiş ve bunun bizzat parçası olmuş Ichibe’nin anlattıklarının bir özetidir. Daha önce, Soul Society’nin göründüğü gibi olmadığından ve “iyi taraf” diye addedilmesinin oldukça sorgulanabilir olduğundan bahsetmiştim. Bu hikayedeki bilgiler de bunu doğruluyor. Özellikle Ruh Hükümdarı’na yapılanlar oldukça ilginç. Bunun Aizen’de yarattığı etkiyi anlamak için, Nietzsche’nin bahsettiği başka bir mevzuyu incelemek gerekiyor.

Nietzsche’ye göre “İsa paradoksu” denilen bir durum vardır.

“… önceden hesaplanmış bir intikamdan bir parça değil mi bu? Ve tinsel [zihinsel] yücelik, bundan daha tehlikeli bir yem düşünülebilir mi? Şu kutsal haç sembolünün azdırıcı, coşturucu, sersemletici gücüne eşit bir şey, şu tüyleri diken diken eden bir ‘çarmıhtaki Tanrı’ paradoksuna, şu hayal bile edilemeyen en büyük zalimliğin ve insanın kurtuluşu için, Tanrının kendini çarmıha germesi muammasına eşit bir şey?”

  • Ahlakın Soykütüğü Üstüne, s. 49-50, Say Yayınları, 5. Baskı

“Hristiyanlığın dahice bir darbesi olan paradoksal ve dehşetli bir kurtuluş çaresi önünde bulunuruz: Tanrının kendisi, kendini insanlığın suçu için kurban edecektir…”

  • Ahlakın Soykütüğü Üstüne, s. 107-108, Say Yayınları, 5. Baskı

Soul Society’nin Ahlak Soykütüğü

“Urahara Kisuke!!! Seni hakir görüyorum! Çok büyük bir zekaya sahipsin, neden eyleme geçmiyorsun?! Nasıl kendini o şey tarafından yönetilmeye layık görüyorsun?!”

“O şey mi? Ruh Hükümdarı‘nı mı kastediyorsun?”

“Anlıyorum… demek onu gördün. Ruh Hükümdarı’nın varlığı olmadan, Soul Society parçalanıp giderdi. Ruh Hükümdarı dingil taşıdır. Dingil taşı olmadan, şeyler parçalara ayrılır. Dünya işte böyledir.”

“Bu yenilmişlerin teorisi! Kazananlar her zaman dünyanın nasıl olması gerektiğinden bahsetmelidir, nasıl olduğundan değil!!!”

Yukarıdaki konuşmayı kaçıncı kez okuyorum hatırlamıyorum ama boşuna değil. Aizen’i en duygusal ve en dürüst anında görüyoruz ve Soul Society’ye karşı tepkiyle dolu olduğunu fark ediyoruz. Bunun sebebi hakkında çok fazla şey söylenildi ama hiçbirisi gerçeği tam anlamıyla yakalamayı başaramadı.

Aizen’in bu kadar tepki dolu olmasına dair birkaç yorum var.

Bir tanesi, Aizen’in bu kadar zayıf ve parçalanmış bir varlığın kendisini yönetmesini sindirememesidir, deniyor. Kısmen doğruluk payı olabilir fakat Aizen, Yhwach’a “her zaman yaptığı gibi, kendisini kontrol etmeye çalışan herkesle savaşacağını” söylemişti. Yani, güçlü veya zayıf fark etmez, Aizen kontrol edilecek birisi değil. Bu yüzden, en tepedeki kişinin böyle bir zayıflık sergilemesinin onu bu kadar sinirlendireceğini öne sürmek mantıklı değil.

İkinci yorum, Aizen’in Ruh Hükümdarı’nın bulunduğu hale acıması denilebilir. Evet, bunda bir doğruluk payı mümkün görünüyor. Aizen, gösterdiğim gibi, merhametten yoksun bir canlı değil. Lakin buradaki mevzu çok daha derine iniyor.

Böylelikle, üçüncü ve ilk kez ileri sürülen yoruma geliyoruz. Nietzsche’nin İsa Paradoksu’ndan nefret etmesi gibi, Aizen de Ruh Hükümdarı paradoksundan nefret ediyor. Unutmayın, Aizen, İlk Günah’ı öğrenmiş birisi. Ruh Hükümdarı’nın ne halde bulunduğunu ve nasıl bu hale geldiğini biliyor. Bu yüzden, bu kadar soylu ve güçlü bir varlığın bu kadar aşağılık bir forma sokulması onu tiksindiriyor ve tepkiyle dolduruyor. Ne de olsa, Aizen, güce ve güçlülere saygı duyan bir kişi. Sıradanları ve güçsüzleri hor gören bir kişi. Bu yüzden, kendisini böyle bir sistemin merkezindeki kurban haline getirmiş, neredeyse kadir-i mutlak olan kişinin, bütün bunlara rağmen ihanete uğraması onu öfkeyle dolduruyor.

Nasıl etmesin ki? Ruh Hükümdarı’nın kaderi ve İlk Günah, onu öğrenen herkeste bir tiksinti ve tepki uyanmasına yol açıyor. Ölümden olabildiğine korkan Yhwach bile, ölümün böyle bir kaderden daha iyi olduğunu söylüyor ve kendi merhamet anlayışıyla, ilk başta Ruh Hükümdarı’nı öldürmeye çalışıyor.

Böylelikle, Aizen’in ahlak anlayışının sonuna gelmiş bulunuyoruz.

  • Aizen, Nietzsche’nin bahsettiği efendi ahlakına sahip bir kişi.
  • Aizen, güce ve soyluluğa saygı duyuyor. Nietzsche’nin felsefesinde de bunu görüyoruz.
  • Aizen, kendisini izleyenlere veya onun işine yaramış olan kişilere, kendince merhamet gösterebiliyor. Bunu, Nietzsche’nin bahsettiği soylu efendilerde de görüyoruz.
  • Aizen, Ruh Hükümdarı gibi soylu ve güçlü bir kişinin getirildiği durumdan ötürü tiksinti ve öfke duyuyor.

Güç İstenci

Nietzsche’nin üstadı olan Schopenhauer’a göre bütün her şeyin kökeninde yaşama istenci (Wille zum Leben) vardır. Var olan şeyler yaşamak ve hayatta kalmak isterler. Evrenin temelindeki metafizik itken budur. Nietzsche bu görüşe karşı çıkmış ve onu çok zayıf bir şey olarak görmüştür. Kendi görüşüne göre, bunun yerine bir güç istenci (Wille zur Macht) vardır. Başta bu kavramı sadece insanlar için düşünmüş olsa da, daha sonra bütün canlılara yaymış ve hatta kimi zaman bütün her şeyin kökeninde olduğunu iddia etmiştir. Canlıların güç için kendilerini çok büyük tehlikelere sokabileceğini ve hatta bunun sonucu ölebildiklerini söyleyerek, güç istencinin, eski ustasının yaşama istencinden daha önemli olduğunu iddia etmiştir.

Güç istencinin temelindeki mantık, canlıların ama özellikle insanların, sürekli olarak “kendilerine üstün gelen” (Überwindung), başka bir deyişle, kendilerini aşmalarını sağlayan işlere atılmalarıdır. İnsanlar, sürekli olarak, kendi sınırları ve korkularıyla yüzleşmekte ve onları aşmaktadırlar. Böylelikle, sürekli olarak güçlenmektedirler. Güç istencinin temelini ve mekanizmasını işte bu Überwindung sağlar.

Bunun bir uzantısı olarak, Nietzsche’nin, üstün insan veya üst-insan olarak çevrilen Übermensch kavramı da bununla alakalıdır. İngilizcede “superman” olarak da çevrilmektedir. Lakin, Übermensch, anlam açısından en doğru bir şekilde çevrildiğinde “kendisine üstün gelen insan” veya “kendisini aşan insan” demektir. Nietzsche’ye göre, Übermensch, sıradan ve bayağı insandan çok daha farklıdır. Güçlüdür, sürekli olarak kendisini zorlar ve kendi sınırlarını aşar, kendi değer yargılarını oluşturur ve bunu belli bir şeye duyduğu hınçtan dolayı yapmaz. Sadece öyle istediği içindir. Yani, köle değil, efendi ahlakına sahiptir.

Aizen ve Güç İstenci

Aizen’i en iyi tanımlayan kavramlardan birisi sınırları aşmasıdır. Kelimenin tam anlamıyla, kendi evrenindeki sınırları aşmış ve hem Shinigamilerden hem de Hollowlardan daha üstün bir şey haline gelmiştir. Bu güç ve sınır aşma istencinin, onun için her zaman tanımlayıcı bir özellik olduğunu da biliyoruz. Hatta, Soul Society’ye “ihanetinden” önce çıkmış olan 12. cilt şiirine (Uçurumdaki Çiçek) bir bakalım.

我々が岩壁の花を美しく思うのは
ware-ware ga ganpeki no hana o utsukushiku omou no wa

Uçurumdaki çiçeğin güzel olduğunu düşünürüz

我々が岩壁に足を止めてしまうからだ
ware-ware ga ganpeki ni ashi o tometeshimau kara da

çünkü korkumuz bizi onun kenarında durdurur

悚れ無き その花のように
osore naki sono hana no you ni

gökyüzüne doğru adım atmak yerine

空へと踏み出せずにいるからだ
sora he to fumidasezu iru kara da

o çiçek gibi.

Aizen’i anlatan bu şiirde, bir sınır aşmaktan, kendine üstün gelmekten, yani aşkınlıktan bahsedilmektedir. Hōgyoku’nun yaptığı da bu değil miydi? Varlıkların kalplerinden geçenleri bahşediyordu ve Aizen’e, shinigami sınırlarını aşma gücünü bahşetti çünkü en çok bunu arzuluyordu. Varlıkların kalplerinden geçen bu amaca ulaşabilecek güçleri yoksa, Hōgyoku’nun bunu gerçekleştiremeyeceği de bilinmektedir. Yani, bir Übermensch olan Aizen, kendi sınırlarını ve kendisini aşabilecek güçteydi. Hōgyoku sadece bunu sağlayacak aracı oldu.

Aizen’in bu aşkınlığını, en iyi aşağıdaki sahnede görüyoruz.

“Kototsu olmalı.”

“Bu iyi değil. Yola koyulmalıyız, Kaptan Aizen. Kaptan Aizen, gerçekten yola koyulmalıyız. O şey bir ruh enerjisi yaratığı değil, bir sebep [mantık] varlığı. Ruh enerjisinin halledebileceği bir şey değil.”

“Sebep [mantık] onun arkasına saklananlar için bir kalkandan başka bir şey değildir. Şimdi, gidelim mi?”

“Mantığın sınırlarının ucuna.”

Yukarıdaki sahnede, Aizen, aşkınlığı sayesinde sıradan ve Nietzsche’nin bayağı diye nitelediği insanların nedenselliğinin ve mantığının dışına çıkıyor.

Bu sayıların çoğunluğu DEICIDE bölümlerinden oluşuyor. Deicide, yani Tanrının Öldürülmesi, başka bir Nietzsche göndermesidir. Hatta Kubo artık bu noktada, Nietzsche göndermelerinde kör göze parmak sokuyor ve Aizen savaşının son cildinin ismini “GOD IS DEAD”, yani “TANRI ÖLDÜ” koyuyor. Bu deyiş, Nietzsche’nin en ünlü (ve çokça yanlış anlaşılan) bir sözüdür.

Bu ciltteki DEICIDE bölümlerinin isimlerine baktığımızda, özellikle 419. bölümün ismi göze çarpıyor. “DEICIDE 21 [Transcendent God Rock]” ismine sahip bu sayının ismi “TANRIYI ÖLDÜRMEK 21 [Aşkın Tanrı Rock’ı]” anlamına geliyor. Aizen, bu sayıda yukarıda gördüğünüz forma ulaşıyor. Son databook olan UNMASKED bu formu şöyle açıklıyor.

一護に遅れを感じたその刻、最後の変容を遂げる。全てを超越したその姿は、死神でも虚でもない、異形の姿だ った。

“Ichigo’nun gerisinde kaldığını hisseden Aizen, son görünüm değişikliğine ulaşıyor. Her şeyi aşmış bir varlığa ait olan bu görünüm, ne bir Shinigamiye ne de bir Hollowa benziyor. Garip bir görünümü var.”

Yani kimi teorilerin aksine, Aizen bir Hollowlaşma yaşamıyor. Ne Hollow ne de Shinigami gibi olan, ikisini de aşan bir forma geçiyor. Bu aşmanın ardından yaşananlardan bir sayfayı atıyorum.

“[Ichigo’ya diyor] Gerçekten Shinigamiler ve Hollowlar arasındaki bariyeri bir anlığına kırdın ve aştın. Ancak bütün gücünü kaybetmiş olarak, eski halinin sadece bir artığısın. Artık içe almaya ve anlamaya değmezsin. Şimdi, gerçekten aşkın bir varlığın ellerinde öleceksin. Seni öldürerek, Shinigamiler ve Hollowlar olarak bilinen acınası varlıklara veda ediyorum. İşin bitti, Kurosaki Ichigo!”

Bu noktada yazar artık Aizen’in kişiliğini en çıplak haliyle görmemizi istiyor. Geleneksel ahlakı terk etmiş ve kendi ahlak anlayışını kurmuş, sürekli olarak kendi sınırlarını aşan bir adam görüyoruz. Özellikle aşkınlık konusunun onun için önemli olduğu belli oluyor. Peki ona bu kendini aşma motivasyonunu veren nedir?

Aizen-Myō’ō

Bir canlının, bu kadar uzun süre boyunca tek bir amaç peşinden koşmasının, ancak büyük bir tutku sayesinde olabileceğini söyleyebilirsiniz. Haklı da olursunuz. Aizen, Bleach hikayesinde gördüğümüz en tutkulu kişilerden birisidir. Ona itki olan bu güdüleri üç açıdan inceleyebiliriz: mitolojik, felsefi ve psikolojik.

Mitolojik açıdan baktığımızda, isminin bir Hint tanrısı olan Rāgarāja veya onun Japonca ismiyle Aizen Myō’ō’dan geldiğini görüyoruz. Aizen Myō’ō’nun en çok bilinen olayı, dünyevi tutkuları ruhsal uyanışa dönüştürmesidir. Aizen’in kendi aşkınlık tutkusunu bir ruhsal dönüşüme aktarması açısından ortaklığı görülebilir. Bunun dışında kimi detaylar daha var. Bu tanrının kullandığı, vajra denilen ritüelsel bir silah, illüzyonları kesen bir elmastır. Bu hem Aizen’in illüzyon kılıcı Kyoka Suigetsu’ya bir gönderme olabilir hem de Aizen’in Soul Society’nin yarattığı illüzyonu keserek, onun arkasındaki gerçekliği görmesiyle bağdaştırılabilir. Aizen Myō’ō’nun diğer bir olayı dilekleri gerçekleştirmesidir ve bunun Hōgyoku ile olan paralelliği ilgi çekicidir.

İşin felsefi yanında, Nietzsche, sürekli olarak kendine üstün gelmenin ve aşmanın sadece büyük bir tutkuya sahip olarak gerçekleştirilebileceğini söylemiştir.

“Berbat bir mücadele, hatta bir zaferden sonra gelen ‘ne için?’ sorusu. Bazı şeylerin kendimizi iyi hissedip hissetmediğimize dair sorudan yüz kat daha önemli olabileceği: Tüm güçlü mizaçların temel içgüdüsü –ve sonuç olarak başkalarının da kendilerini iyi hissedip hissetmedikleri. Neticede insan kurbanı vermekten çekinmediğimiz, her türlü tehlikeyi göze aldığımız, kötü ve berbat olan her şeyi kendi üzerimize aldığımız bir hedefe sahip oluşumuz: büyük tutku.

  • Güç İstenci, s. 39, Say Yayınları, 3. Baskı

Aizen, yine Nietzsche’nin Übermensch tiplemesini takip ediyor ve yapabildiği bunca şeyin temelinde yatan şeyin, çok büyük bir tutku olduğu görülüyor. Bu da bizi Aizen’in tutkusuyla alakalı son kısma getiriyor.

“Onunla eşit olarak savaşmak için gereken gücü aldıktan sonra, sonunda onun kılıcını savaşta hissedebildim. Kılıcında sadece yalnızlık hissettim. Eğer olağanüstü güçlerle doğmuşsa, belki de olaylara kendi bakış açısından bakabilecek birilerini arıyordu. Ve vazgeçtiği ve aramayı bıraktığı an, belki de kalbinin derinliklerinde bir yerde, sadece başka bir shinigami olmayı diledi.”

Aizen, her şeyden önce, çok güçlü ve çok zeki birisi. Ichigo’nun bu söyledikleri, çok erken bir zamandan ve belki de doğumundan beri böyle birisi olduğunu gösteriyor. Bu yüzden olaylara farklı bakıyor ve bunun getirdiği ağır bir yalnızlığı taşıyor. Aradaki bu fark sonucunda, diğer bilinçli canlılara karşı büyük bir yabancılaşma yaşıyor ve bir yerde, eşidi olan birilerini aramayı bırakıyor. Üçüncü databook olan UNMASKED’e baktığımızda şunları görüyoruz.

Aizen’i Harekete Geçiren Neydi?

Gerçek 1: 神の高みへ
Gerçek 1: Bir Tanrının Yükseklikleri
藍染は霊王になり代わり、新しい世界を創造する。 その崇高な目的を果たす ”使者” として 、 自分は神 の域にある存在という意識が芽生えた。
Aizen Ruh Hükümdarı olmak ve yepyeni bir dünya yaratmak istedi. Kutsal bir “mesajcı” haline gelmek ve kendi hükmü altındakileri, Onun varlığının farkına vardırmak istedi.

Gerçek 2: 孤独
Gerçek 2: Yalnızlık
誰よりも強かった藍染は、 誰にも理解されこと無い孤独の世界を抱えていた。 強き者故の孤独 は深く、 哀 しい。
Aizen herkesten daha güçlüydü ve bu yüzden, yalnızdı ve herkes tarafından yanlış anlaşılmıştı. Bu güçlü bir başına kalmışlık ile beraber gelen yalnızlık oldukça derin ve oldukça hüzünlü bir şeydi.

Böylelikle, elimizde ömrü boyunca yalnız kalmış ama olağanüstü derecede güçlü ve olağanüstü derecede zeki birisi oluyor. Diğerleriyle arasındaki bu farktan dolayı ağır bir yabancılaşma yaşıyor. Zaten varoluşu gereği olaylara sıradan bir insandan çok daha farklı bakarken, bir de üstüne yalnızlığın ve yabancılaşmanın getirdiği farklılık ekleniyor. Bütün hepsinin sonucu olarak, sıradan insandan çok daha farklı bir dünya bakışı ve ahlak anlayışı geliştiriyor. “Yalnızlık tanrıya mahsustur,” mottosuyla harekete geçiyor ve gözlerini en tepeye dikiyor. Bu noktadan sonra, gerçek benliğini gizliyor ve sıradan, “iyi” biriymiş gibi davranarak kitlelerin arasında yaşamaya başlıyor. Ruhunun bir uzantısı olan Kyōka Suigetsu bile bunu yansıtmıyor mu? Aşırı farklı, zeki ve güçlü birisinin, sıradan insanların arasına karışmasını sağlayan mükemmel bir alet. Böylelikle, sıradanlığın maskesi altında fakat şiddetli bir tutkuyla, arzusunun “asıl hedefini” kovalıyor.

“Kyōka Suigetsu’nun arayanlara fısıldanan şiirini fark ettin mi, ey fani?”

Buradaki detayı yakaladınız mı? Sadece en tepeye geçmek ve bir tanrı olup, kendi dünyasını yaratmak istemiyor. Tanrı olduktan sonra, insanları kendisinin farkına vardırmak istiyor. Bütün güç istencine rağmen, hala diğer insanların onun varlığını kabullenmesini istiyor. Belki de bu yüzden, Ichigo’nun yorumu doğrudur ve Hōgyoku gerçekten Aizen’e istediğini bahşetmiştir. Sonuçta, serinin sonlarında hiç yapmayacağım dediği bir şey yaptı ve başkalarıyla -kendi eşitleriymiş gibi- beraber savaştı. Acaba bir değişim mi görüyoruz?

Aizen’in Bleach içinde bu kadar büyük bir yer kaplaması boşuna değil. Ichigo’ya tezat ama ona benzer bir şekilde, sürekli olarak kendine üstün gelmeyi temsil ediyor. Bu açıdan, serinin son sözlerini Aizen’in söylemesi oldukça anlamlıdır. Cesareti, sınırlarını zorlayıp aşmayı ve korkuya üstün gelmeyi, Ichigo haricinde, daha iyi kim bilebilir?

Aizen, Gin’e “korkunun evrime [kendine üstün gelmeye] yardımcı olduğunu” söylerken haklıydı. Nietzsche de, Aizen de, aynı sebeplerle mücadeleyi ve korkuyla yüzleşmeyi kutlamıştır. İnsanın sürekli ilerlemesini ve önüne konulmuş sınırları aşmasını sağlar. Bütün yalnızlığa, bütün kötülüklere, bütün çaresizliklere rağmen insanın ilerlemesini ve kendisini aşarak daha büyük bir şey olmasını sağlar.

Bleach Karakter Analizi: Üstün İnsan Aizen” için 15 yorum

  1. Eline sağlık ben bunun analizini yapmıştım ve facebook gruplarında vs novel falan olsun yansıtmaya çalışmıştım fakat tr kitlesi bunun anlayacak kafaya alt yapısına sahip değil. Seriye tamamen klişe shounen olarak bakan kitle yüzünden de bunlar biraz gülünç geliyor çoğuna. Güzel yansıtmışsın vaktine sağlık.

    Beğen

    1. Yorum için teşekkürler.

      Evet, diğer kimi içerik tiplerine göre bu tarz şeyler, özellikle Türkiye’de, daha az ilgi çekiyor. Kolay tüketilebilir, derinliği olmayan içeriklerin bu kadar talep gördüğü bir çağda nedendir bilmiyorum ama bu tarz şeyleri yazıyoruz işte. Belki de boşuna ve akıntıya karşı bir uğraş ama bir şekilde gidiyor.

      Beğen

  2. gerçekten güzel ve oldukça anlamlı bir yazıydı bir karakterin gücünden çok onun bulunduğu evrendeki rolünü ve temsil etiği şeyi anlatmayı amaçlayan(en azından benim anladığım kadarıyla) çok beğendiğim yazılardan biri oldu bu yazıyı yazan arkadaşa ve bu yazıyı içinde bulunduran sitenizin her bir üyesine çok teşekkürler bir karakteri kaba taslak anlatıp ne kadar güçlü oldugunu açıklamaktansa onun bakış açısını açıklayıp onun bulunduğu evrendeki konumunu ve kişiliğini açıklayan arkadaşa tekrardan teşekkürler

    Beğen

    1. Çok teşekkür ederim 🙂 Evet, amaçladığım karakterin güçlerinden öte kendisini açıklamaktı. Şahsen, karakterlerin güçlerinden öte, nasıl düşündükleri ve hissettikleri, motivasyonları, karakter yaratılırken nelerden esinlenildiği vb. beni çok daha fazla ilgilendiren şeyler.

      Beğen

  3. Okuduğum en iyi yazılardan biriydi eline sağlık bu kadar özenli ve uğraşılmış türkçe bir analiz bulacağımı hiç düşünmezdim gerçekten kusursuz yazı

    Beğen

  4. Mükemmel bir analiz , animeye başlamamış olmama rağmen seve seve spoiler yedim ve zevkle izleyeceğim. Yazınız çok hoşuma gitti ve izleme istediğimi körükledi.

    Beğen

  5. Yazı için teşekkürler. Mangayı animenin bittiği yere kadar yeni okumuş aizen’in nasıl bir karakter olduğunu anlayamamışken iyi oldu. Ama hala aklıma tam oturmamış bir şey var. Aizen neden İchigo’nun daha güçlü olmasını istiyor? Yalnızlığından dolayı mı?

    Beğen

    1. Ne demek. Aizen’in amacı bir şekilde Ichigo’nun güçlerini emmekti diye düşünüyorum. Bu konuda bir teori olayı şöyle açıklıyor: Hatırlarsanız bir Hogyoku, başka bir Hogyoku’yu emebiliyor (Aizen’inki Urahara’nınkini emmişti). Bu teoriye göre, Ichigo’nun güçleri de Hogyoku’ya benzer. Hatta Hogyoku’nun taklit etmeye çalıştığı orijinal şey. Bu yüzden, Aizen, Ichigo’yu olgunlaştırıp onun güçlerini kendi Hogyoku’suna emdirmeyi planlıyordu.

      Beğen

Yorum bırakın